Acılara tutunmak

Acılara tutunmak
02.11.2020
A+
A-

O kadar alışmışız ki acı çekmeye, iki gün yüzümüz gülse bunun normal olmadığını düşünüp fabrika ayarlarına geri dönmeye çalışıyoruz. Belki de hak etmediğimizi düşünüyoruz mutluluğu. Çünkü öyle alışmışız. Çünkü şu cennet ülkede bilgisizliğin, cehaletin kölesi olmuşuz. Tam her şey düzeldi derken başka bir derde düşüyoruz. Hasan Hüseyin’in dediği gibi, “acı çekmek özgürlükse, özgürüz işte.”

Tam de bizi haklı çıkaracak bir yıldı 2020. Sene depremle başladı. Suriye’deki savaş devam ediyordu bir yandan. Ardından pandemi geldi. Öylesine salgın korkusu yer etti ki içimizde, kapıdan burnumuzu çıkaramaz olduk. Bu gün de İzmir depremi… Saniyeler içinde onlarca can kum’a, çimentoya, betona, sonra da toprağa karıştı. Rahmet olsun…

Bine yakın yaralı. Kimse yok mu?

Başka bir dünya var ama biz bilmiyoruz. Çünkü sistemin dışına çıkamıyoruz. Çünkü bizi koruyup kollayacak sosyal bir yönetim anlayışından uzaklaştık. Kapitalizmin dişlileri arasında sistemin dışına çıkmaktan korkuyoruz.

Geçenlerde “Kaptan Fantastik” adında bir film izledim. Matt Ross yazıp yönetmiş. Viggo Mortensen de başrolünü oynamış. Filmde hippi bir aile var. Ama hippi öğretisinin de ilerisinde bir yaşamı yorumlama tarzına sahipler. Altı çocuğu ile anne ve baba tamamen doğada yaşıyor. Yeri gelince baba çocuklarına avlanmayı da öğretiyor. Bir geyiği öldürüp derisini tabaklayabiliyorlar. Öte yandan zorlu dağ tırmanışları yapıyor ve tehlike anında kendilerini savunmayı öğreniyorlar. Baba kent yaşamına tümden karşı… Kentli olmanın ikiyüzlülüğünü biliyor. Öte yandan bu çocuklar doğada vahşi değiller. Aynı zamanda babaları onlara kuantum fiziğini de anlatıyor, yıldızlara bakarak yön bulmayı da… Mottoları “hayatta kal!” Bir yandan da dağda bayırda müzik yapıyorlar. Öyle böyle değiller müzik konusunda. Çocuklar Bach dinliyor söz gelimi. Eğer bir karar verilecekse ailenin en küçüğünden en büyüğüne kadar herkes sorgulayabiliyor.

İzlemenizi öneririm. Hayata bir başka açıdan bakıyor ve tazeleniyorsunuz. Aslında bir zamanlar Köy Enstitüleri de aynı amacı taşımıyor muydu? Bach dinleyen çiftçi hayal etmemişler miydi genç cumhuriyetin yöneticileri? Meğer özlerinde hippi imişler. Keşke sürdürebilseydik.

Demem o ki; başka bir dünya varken, derelerin ve ağustosböceklerinin sesini dinleyip ateşin başında şarkılar söylemek varken ve yaşamı her zerresiyle yaşayabilecekken, Anadolu topraklarının yarısı bomboşken, kentlerin kalabalığında dip dibe, üst üste, yığın yığın yaşamaya çalışıyoruz. Üstelik o yığın yığın evlerin içinde bir evi almak için ömür boyu çalışıyoruz ve o evi almak için hiç sevmediğimiz işlerde, bazen hiç sevmediğimiz patronların emrinde çalışıyoruz. Otoriteye ve mobbinge karşı ne hissettiğimizi hiç mi hiç söyleyemiyoruz ve ne olursa olsun gülümsüyoruz. Bazen bir ömür boyu çalışıp aldığımız o evler para için, doğru yapılmadığı için başımıza yıkılıyor. Altında eziliyoruz o evlerin, o emirlerin, o kentlerin, o düzenin. Çünkü o kadar çok korkuyoruz ki kentin nimetlerinden mahrum kalmaktan. O kadar çok korkuyoruz ki çocuklarımızın okuyamamasından. O kadar çok korkuyoruz ki işsiz kalmaktan, aç kalmaktan. Bu yüzden kentin tüm yükünü çekmeye razı oluyoruz. Kentin tuğlaları mezarımız olsa da gitmekten korkuyoruz doğaya, küçük kulübelerde yaşamaya. Bölük bölük bilim insanları diyor ki: “Evinizi kontrol ettirin. Eğer depreme dayanıklı değilse yıktırıp yeniden yaptırın.”

İyi de hangi parayla? Bir ömür harcamışsın zaten o evi almaya.

Çocuğuna ekmek bulamayan binlerce aile var. Çocuğuna uzaktan eğitim için bilgisayar alamayan binlerce aile var.

Yönetenlerin deprem kaygısı var mı?

Olsa şehirlere o arı kovanı gibi gökdelenleri dikerler miydi? Gece olunca Tanrı’nın cep telefonu gibi parlayan binlerce pencere içinde hiçliği yaşar mıydık? Kendimizi karıncadan da küçük hisseder miydik? Ülkenin tüm sathına yayılıp koruyan-kollayan bir sistem olsa İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da ne işi vardı babalarımızın, dedelerimizin?

Çoğaldıkça kaba ve kavgacı oluyoruz. Çoğaldıkça cehalete yelken açıyoruz. Çoğaldıkça kadınlara, çocuklara, hayvanlara sarıyoruz. Çoğaldıkça aklı ve sorgulamayı terk ediyoruz. Çoğaldıkça bilmiyor, inanıyoruz.

Acıyı neden bal eyleriz?

Çünkü başka bir dünyayı bilmiyoruz. Yarın hayat yokmuş gibi yaşamayı bilmiyoruz. Kendimize ve insana saygı duymuyoruz. Nazım’ın dediği gibi “karayılan gibi” korkuyoruz yaşamaktan. Tavşan gibi tedirgin ve bir o kadar da huzursuzuz.

En çok da dinsel öğretiler acıyı bal sayacaktır. En çok arabesk-cehalet acıdan yana olacaktır. İsa’nın çarmıha gerildikten sonraki özgürlüğünü anlatmadılar mı binlerce yıl? Ya da sevap adına yakılan zavallı günahkâr kadınları… Recmolan kadınları…

Acıyı bal eyler kitleler. Baş sallamak, zincirle kendini kırbaçlamak, jiletlemek gibi kitlesel histeri, benlikleri sarıp sarmalar. İsyan gibidir bu gösteriler ama bir yandan da: Acı çekmeliyim ki, Yaradan beni özgür kılsın. Yani dünyaya gelişimin diyetini ödemeliyim.” düşüncesi gizlidir bu toplu ayinlerde. Belki de bu binlerce yıllık bir genetik kodlamadır. Bir yandan da mazoşizmin temel öğretisidir acı çekmek. Öğretmene, “Eti senin kemiği benim” diyen ebeveynlerin çocuklarıyız biz.

Bir başka soru: Acı çekmek yaratıcılığı ne ölçüde tetikler?

Büyük sanatçı ve düşünürlerin geçmişlerine dikkat ettiniz mi? Birçoğu çocukluğunda mutlaka acılardan geçmiştir. Deha” da böyle tehlikeli değil midir? Bir adım ötesi ruhsal dengesizlik. “Mutlu son yok anlayacağınız.

Ailesinden çok şiddet gören çocukların beyinleri çok fazla adrenalin salgıladığı için bozunuma uğrar ve şizofreniye yelken açarlarmış. Bir nesil öyle çok korktu ki, “dayak cennetten çıkma”cı büyüklerinden; belki çoğumuzda kalmıştır bu izler ve duygusal dengesizlikler.

***                           

1797’de pembe-beyaz bir kız bebek doğar İngiltere’de. Ne yazık ki kendisinin doğumu, annesinin ölümü demektir. Düşünür William Godwin’in feminist eşi Mary Woolstonecraft’ın minik kızları daha ilk adımda 1-0 yenik başlar hayata. 17 yaşına kadar babası büyütür minik Mary’yi. Yalnız bir çocuktur Mary. Bu arada babası sayesinde okumadığı kitap kalmaz. 17 yaşında, 50 yaşındaki bir okurun birikimine sahiptir. Tam o sıralarda ünlü bir şair olan Percy Shelly ile tanışır. Ne yazık ki Shelly evlidir. Ama aşkları o kadar güçlüdür ki; şair, karısı ve çocuklarını bırakarak Mary ile birlikte kaçar. Marry’nin talihsizliği bununla da bitmeyecek, kocasının terk ettiği eski eş, dört yıl sonra intihar edecektir. Babası, oğlunu “Tanrıtanımaz” olduğu için çoktan reddetmiştir. Şair, ölen eşinden kalan çocuklarının velayetini de alamaz.

İki yaralı insan acılarını sarmak için birbirlerine tutunur. Çocukları olur ama yaşamaz. Bir diğeri hastalıklı doğar. Kader onların mutlu olmasını istememektedir nedense.

İşte tam o sıralarda Marry üçüncü çocuğuna hamileyken ve sürgündeyken “Frankestein”i yazar. Frankestein, ne Hollywood’un bizlere gösterdiği fantastik-macera filmi, ne de “Çakmaktaşlar”ın sevimli ve garip komşusudur. Öte yandan büyük evin mahzenindeki laboratuarda yatan dikişli alınlı, silindir kafalı, büyük ayaklı dev yaratığın elektrikle canlanma sahnesi ve boş bakışları, belleklerde yer etmedi desem yalan olur.

Romanın kahramanı Dr. Frankestein hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yaratmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir… Doktor, deneylerinin sonucunda Frankestein’ı yaratır ama istediği bu korkunç görünüşlü yaratık değildir. Hayâl kırıklığına uğrar ve büyük bir pişmanlıkla ondan kaçar… Yaratık ise kendini yaratanı tanıyordur ve neden insanların ondan korkup kaçtıklarını bilmiyordur. Babasını bulup ondan hesap sormak ister… Yaratığın, Tanrı’sına başkaldırısıdır roman.

Mary Shelly de Tanrı’ya yaşadığı mutsuzlukların sebebini sormaktadır; annesinin ölümüne sebep olmasının acısı, mutsuz ve yalnız çocukluğu, sorunlu eşi, ölen çocukları, eski eşin intiharı… Yarattığı kahraman aracılığıyla Tanrı’ya başkaldırır:

“Madem beni sevmeyecektin, neden yarattın?”

İşte böyle acılara tutunarak yazar Dr. Frankestein’i, Marry Shelley. Kitabı yazarken bir de hamiledir ve 19 yaşındadır. Kitap bu gün bilim-kurgu türünün ilk ve en önemli örneklerinden… Böyle bir romanı yazmak, zekânın ötesinde birikim ister, yaşanmışlık ister. Düşünün, 19 yaşında ilkler arasında tarihe geçiyorsunuz; hem de “yazın” gibi zor bir alanda. Kitap, söylenene göre genç yazarın bir gece önce gördüğü bir rüyadan sonra ortaya çıkmış. Mary Shelley’nin yaşamında Lord Byron’un da büyük etkisi var. Ne yazık ki Mary, birkaç yıl sonra büyük aşkı şair Shelly’i de kaybedecektir.

İşte soru da bu: Acılarla dolu bir çocukluk/ bir geçmiş insanı daha mı çok sanatçı yapar? Yaratıcı tarafımızın açığa çıkması için acı şart mıdır?

Belki de acı yaratıcılığı tetiklemiyor da kişiye özgüdür yetenek. Öyle olsaydı ülke nüfusunun çoğunun Mary ve Percy Shelley gibi olması gerekirdi.

Bu da geçer İzmir!

Bu da geçer Türkiye!

Yeni bir hayat, yeni bir yarın diliyorum.

YORUMLAR

  1. Müyesser dedi ki:

    Mutlaka geçer izini bırakıp da geçer. Zor be arkadaşım zor.

    1. Gülname Gümüş dedi ki:

      Haklısınız; çok zor. Ama Elif bebeğin, kurtarıcısının parmağına sımsıkı yapışan resmi içimizi umutla doldurdu. 7 şiddetine yakın depremi bu sayılarla atlatmış olmaya şükredeceğiz yine de. Gölcük’ü düşününce… Dilerim Elifçik çok uzun yaşar. Siz de uzun ve sevdiklerinizle yaşayın Müyesser Hanım. ♥️

  2. Ahmet Coşkun dedi ki:

    Acılara tutunarak yaşamak,yaşam tarzımızın en kısa özeti ancak böyle anlatılabilirdi,elinize sağlık.

    1. Çok teşekkürler Ahmet Bey…

  3. Tansel dedi ki:

    Yeni bir hayat, yeni bir yarın diliyorum…… demişsin Arkadaşım… Evet …öyle olsun….

    1. Yeni yarınlarda umudumuz eksik olmasın arkadaşım…

  4. Alper Yetgün dedi ki:

    Yüreğine sağlık Gülname… Müthiş…