Botan’lı Çoban Zinê’nin Koyunları

10.03.2021
A+
A-

Onaltıncı yüzyılda yaşamış olan Botan’lı Elo Dino’nun Dicle nehrini zincirleyip, nehir üstünden geçen salcılardan haraç aldığı Dicle nehrinin birleştiği yer ile Cehennem deresi yakınlarındaki kasrı’nın olduğu yeri görmek için, o gece kaldığımız İdil’in Okçu köyünden çıkıp Cizre’ye gidiyoruz. Cudi ile Gabar’ın ayrıldığı Kasrik boğazı denilen yeri görüp, orada birkaç hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra bu defa hem şoförlüğümüzü, hem de rehberliğimizi yapan Batman’lı arkadaşımız Mem, ‘’Ali ağam’’ diyor, ‘’fazla eğlenmeyelim; hemen yola çıksak iyi olur! Daha göreceğimiz yerler var.’’

‘’Tamam, hemen çıkalım Mem‘’ diyorum.

Ben, eşim Melek, Faysal, Mem’in uyarmasıyla atlıyoruz hemen arabaya.

Cizre’den Güçlükonak tarafına doğru giderken birbirine yaslanmış gibi duran Gabar dağlar silsilesinin kayalıklarının o muhteşemliğini görünce, o kadar büyüleniyorum ki…  Bir tarafımızda Gabar’ın o muhteşem güzelliği, bir tarafımızda ise narin ve durgun akıp giden Dicle’nin gümüş gibi parlayan o görsel büyüsü…

Gabar’daki dağlar silsilesi arasında derin vadiler, korkunç uçurumlar var.

Gabar Dağı, Türkiye’nin Şırnak ilinin kuzeydoğusunda bulunan Güneydoğu Toroslar üzerindeki dağlar silsilesidir. Batı ve güneyinden Dicle Nehri geçer. Güneydoğusunda Cudi Dağı, kuzeyinde Eruh Dağları bulunur.

Gabar kayalıkları renkler cümbüşü… Gabar’ın kayalıkları renk renk, sarısı, kırmızısı, kahvesi, karası, yeşili, siyahı, alı, moru… Gabar’ın kayalıkları benek benek. Gabar gizemli… Gabar suskun… Gabar’ın eteklerindeki o ince toprak yoldan arabamızla giderken, Gabar’ın suskunluğu bizleri ürkütüyor.

Arabanın içinden giderken ben arada sırada kafamı eğip, çevirip camdan yana bakıp duruyorum. ‘’Melek, şu güzelliği görüyor musun? Keşke buraların zirvesine de tırmanabilseydik.’’

Melek’inde içi gidiyor; o dağlara tırmanabilmek için biliyorum.

Arada sırada rehberimiz Mem’e soruyorum; ‘’Mem’’ diyorum, bizim şu anda gittiğimiz bu yol sence çok güvenli mi?’’, ‘’Mem kardeş, acaba doğru yoldan mı gidiyoruz?’’, ‘’Mem, Elo Dino’nun Dicle’yi zincirlediği yere daha epey var mı ola?’’ Tek tek cevap

veriyor her soruma Mem. Bazen Faysal da cevap veriyor. Çok ince yılan gibi kıvrılan bir yol yapmışlar Gabar eteklerinde. Mem, bu yollarda yaklaşık otuz yıldır araba kullandığını, daha bir kişinin burnunun kanamasına sebep olmadığını söylüyor.

Kendisine güvenebileceğimizi, korkmamıza gerek olmadığını söylüyor. Ama ben ve Melek, yine de sürekli bir korku ve panik halindeyiz. Melek’in gözlerine bakınca, onun yaşadığı duyguları çok iyi anlayabiliyorum. Melek’in yüzünde sürekli bir korku…

Gabar dağları, diğer ismiyle Küpeli dağları olarak biliniyor. Gabar’ın eteklerinden, derin ve korkunç vadilerinden Dicle ve Dicle’nin kolları akıyor. Gabar’ın eteklerinden akıp giden Dicle yine durgun, yine sessiz, narin, ıssız şekilde akıp gidiyor. Dicle vadi çanağı bazı yerlerde belki yüz, bazı yerlerde belki bin metre derinlik gösteriyor.

Arabanın penceresinden o dik uçurumlara, yarlara, vadilere bakarken her an o korkuyu yaşayıp duruyorum.

Gabar dağlarının yükseklerinde yer yer kümeler ve topluluklar halinde ardıç ağaçları ve meşe ormanları var. Gözümüze ilişen o ağaçlar sanki kayaların içinden çıkıp fırlamışlar gibi. ‘’Güvenlik sebebiyle, Gabar’ın bu güzelliklerini şu an için görebilmek oldukça sınırlıdır. Hatta mümkün değildir, Ali hocam !’’ diyor Mem. ‘’Tırmanış izni olsaydı, inanın Melek hocamı da seni de Gabar’ın o zirvelerinden birine çıkartırdım.

Bu dağlara çobanlar bile sürüsünü getiremez. Serşivanlar, sürülerini ancak Dicle vadi yatağına getirirler. Bu nedenden dolayı, şu anda Türkiye’nin en yabanıl, en vahşi doğa alanı Gabar dağlarıdır, Sayın hocam’’ diyor, rehberimiz Mem.

Gabar, neredeyse hep kayalık. Keskin, renkli, vahşi kayalıklardan, geçit vermez uçurumlardan, derin vadilerden, dik yarlardan, doğal kaya anıtları, derin kanyonlardan, derin ucu görünmez mağaralardan oluşmuş; bir birinin üstüne sanki uzanıp yatmış gibi dağlar silsilelerinden oluşmuş bir görselliği var bu dağların.

Rehberliğimiz ve şoförlüğümüzü yapan Mem, bize sürekli bölgeyi anlatıyor. Onu adeta can kulağı ile çok dikkatli bir şekilde dinliyoruz. ‘’Gabar dağlarının asıl sahipleri, Kırmızı sırtlandır, iki metreye uzanan çengel boynuzlu dağ keçileridir, beyaz benekli vaşaktır Ali hocam’’ diyor Mem. İnce, dar yollardan arabayı kullanırken konuşmasını da hiç kesmiyor. Uçurum kenarlarından geçerken bir anlık dalgınlık dördümüzün de hayatını bitirebilir. Uyku falan çökmesin diye Mem’i sürekli konuşturuyorum.

‘’Peki Mem’’ diyorum, ‘’burada sadece bu dediğin hayvanlar mı yaşıyor? Burası çok vahşi bir bölge… Buralar çok ürkütücü… Çok korkunç…Buralarda bir sürü yırtıcılar yaşıyordur.’’

‘’Oooo hocam… Gabar bakirdir. Bu bölgelerde artık avcılar avlanmaya çıkamıyorlar bu dağlara. Gabar’ın yabanıl hayvanları çığ gibi arttı’’ diyor Mem, ‘’Gabar dağlarının Kızıl akbabası meşhurdur hocam. Gabar’ın Kızıl akbabaları sürekli olarak Gabar’ın çok yükseklerinde, kayalıkların üstünde, gökyüzünde üçerli beşerli guruplar halinde daire çizer dururlar. Ne zaman Gabar’ın kayalıkları üzerinde yabanıl bir hayvan ya da sürüngen görseler hışımla Gabar’ın kayalıkları üzerine dalıp, pençeleri ile avlarını yakalayıp, tekrar hışımla gökyüzüne doğru yükselip, sonra uzaklara uçar giderler.’’ diyor Mem.

Bir ara Faysal söze karışıyor. ‘’Hocam’’ diyor, Faysal, ‘’Yıl, sanırım doksan bir ya da doksan ikiydi. Biz Batman’dan buraya dağ keçisi avlamaya gelmiştik. Arkadaşımız Şivan, Gabar’ın o dik kayalıklarından ayağı kayıp düştü. Rahmetli on sekizinde falandı… Onu dağdan indiremedik. Güçlükonak’tan Jandarma ekipleri gelip, onlar çıkardı kayalıkların arasından… Üç yüz metreye yakın dik bir uçurumdan kayıp, düşmüştü.’’ Gabar gerçekten ilginç bir yer. Faysal’ın Gabar ile ilgili anlattığı bu olay adeta dikkatimi daha çok çekiyor. Ben ve Melek pür dikkat, gezdiğimiz bu coğrafyayı olabildiğince tanımaya, öğrenmeye çalışıyoruz. Mem ile Faysal, Gabar ile ilgili acaba daha ne anlatacaklar diye hep beklenti halindeyiz.

Gabar’ın eteklerinde Finik antik kenti var. Finik’e gelince dördümüzde iniyoruz arabadan. ‘’Ali hocam burada fotograf çekmek istersiniz belki‘’ diyor. Yamaç adeta yıkık dökük virane yapılarla, kayalara oyulmuş magaralar ile dolu. Taş duvarların arasından ağaçlar bitmiş. Duvarların üstü otlarla kaplı. Kayalara oyulmuş mağaraların içi kapkara.

Rehberimiz Mem, ‘’Ali Hocam’’ diyor, ‘’ Merak edeceğinizi biliyordum. Bize burayı anlat diyeceğinizi zaten biliyordum hocam.’’

Başımı sallıyorum. ‘’Evet evet’’ gibilerden… Mem, bu bölgenin coğrafyasını, tarihini o kadar iyi biliyor ki… Doğrusu her anlattığını hayranlıkla dinliyoruz. Yıkık dökük, tarihe direnen taş duvarların arasında gezerken Mem, bize Finik’in tarihini anlatıyor. Onun ağzından çıkan bilgiler, ben ve Melek’te adeta şaşkınlık yaratıyor. Yaşadığı bölgeyi doğrusu bu kadar iyi bilene zor rastlanır.

Finik, bir zamanlar Hasankeyf ile birlikte Dicle kenarlarının en canlı, en göz alıcı, en güzel metropollerinden biriymiş. 13.yy’da Anadolu’ya giren Timur’un ordusu Finik’i adeta tarih sahnesinden silmiş. Finik aylarca direnmiş. Açlık ve susuzluk baş gösterince teslim olan Finik şehrinin tüm halkı, bebek, çocuk, kadın, yaşlı denmeden elleri arkadan bağlanıp, başları kesilerek, kılıçtan geçirilmiş. Timur’un Finik kayalıklarına, Dicle’nin öbür yakasından atıp, fırlattığı topların izleri hâlâ silinmemiş.

Finik, şu anda yıkık dökük, hüzünlü bir antik yerleşim sahası. Mem, anlattıkça daha çok şaşırıyoruz. Mem, bizi asıl yerleşim sahasının yüz metre kadar ötesindeki kayalıklara vuran o top güllelerinden kalan izlerin yanına götürüp, bize gülle izlerini gösteriyor.

Finik’ i gezdikten sonra tekrar arabamıza atlayıp, Cehennem deresine doğru yeniden harekete geçiyoruz.

İnsan Gabar’ın zirvelerine baktıkça büyüleniyor. Gabar çoğunlukla sanki birbiri üstüne

yaslanmış; kayalıklı bir dağlar silsilesi. Gabar ile eteklerinden akıp giden Dicle nehri arasında her bir kaç yüz metrede bir antik yerleşim kalıntıları mevcut. Yıkık dökük evler; yıkık dökük antik değirmen kalıntıları; yıkık dökük eski kiliseler… Terk edilmiş yıkık dökük taş evler. İnsan o höyüklere baktıkça hüzünleniyor. İçi acıyor.

Gabar suskun… Gabar hüzünlü… Gabar gizemli… Gabar belki de insanlara küskün…

Gabar daha bakirliğinden kurtulamamış. Gabar şen değil. Gabar hüzünlü…

Finik’ten ayrılıp, bir kilometre kadar yol aldıktan sonra, Gabar’ın eteklerindeki yol kenarlarına, yamaçlara konuşlanmış bir Kürt koçer aşiretinin yaşadığı yere varıyoruz.

Mem duruyor. ‘’Hocam inelim’’ diyor, ‘’belki bu sürülerin, ağıllardaki bu davarların, hayvancılıkla uğraşan bu koçerlerin fotoğrafını da çekmek istersiniz. Bu aşiret Allikan aşiretinin bir koludur. Köpek falan vardır. Yine de dikkat edelim.’’ diyor. İniyoruz.

Arabadan iner inmez, Gabar’ın yamaçlarında, biri oturmuş meraklı gözlerle bizi izleyen, birisi de hayvan yalaklarına yem döken iki koçer kızını görüyoruz.

Hem fotoğraflarını çekmek, hem de onlarla konuşmak için eşim Melek, rehberimiz Mem ve Faysal’dan ayrılıp, yamaca doğru hızlı adımlarla yürümeye başlıyorum.

Çoban kızı, yamaçta oturmuş halde, kendi yanlarına doğru yürüyüp gelmekte olan bana bakıyordu. İstifini hiç bozmuyordu. Bir heykel gibi adeta kıpırtısızdı. Besbelli bu adam bizim çadırımızın, davarımızın olduğu yere doğru niye geliyor diye şaşkınlık içinde olmalıydı.

Gurubumuzdan ayrılıp, yamaçtaki kıl çadırdan ve naylon çadırdan yapılmış barınaklarının yanına çıktım. Yanına doğru yürüyüp geldiğimi görünce, hiç bir şey demedi. Birden göz göze geldik. On beş ya da on altı yaşlarında ancak vardı. Yanına doğru çıkıp giderken tek endişem Türkçe bilip bilmediği idi.

”Şivanê Kurdi” dedim, ”Ben bu sürünün fotoğrafını çekmek istiyorum!” dedim.

”Tabii ki çekebilirsin…” dedi. Soruma Türkçe cevap vermişti. Türkçe cevap vermesini beklemiyordum. Hatta belki de beni azarlayacağından, ‘’buraya niye çıkıp geldin, ne

istiyorsun?’’ diye beni azarlayacağından korkup, çekinerek çıkmıştım yanına doğru. O an hemen ayağa kalktı. İnce uzun boylu, ince belli, kara kaşlı, kara gözlü, çok güzel, bir Kürt kızıydı .

”Keçe Kurdan, senin adın nedir?” dedim. Bir yandan da koyunlarının ve kendisinin resimlerini çekiyordum. O da muhtemelen bir yabancının aşiretlerinin içine girip, kendisiyle konuşmasını, fotoğraf çekmesini falan ilginç bulmuş olmalıydı. Yüzündeki şaşkınlık açıkça okunuyordu.

”Benim adım Zin” dedi, ”Ama bana herkes Zînê der”

”Zin, Zinê” dedim, ”Sen Zin’in ne anlama geldiğini biliyor musun?” dedim. Yok, bilmiyorum gibilerden omuzunu silkip, başını salladı.

”Zînê yani Zin, en büyük Kürt destanındaki kadın kahramanın adıdır. Sevdiği gencin mezarının başında can veren Cizre’li güzeller güzeli bir kızdır. Zin, biraz kısa bir isimdir, ama yine de güzel bir kadın ismidir. Sen yoksa o destandaki Zin misin? Bence sen o destandaki Zin olmalısın” dedim.

Güldü. Şaşkındı. Kendisini, ablasının, ağıllardaki koyun ve keçilerin fotoğraflarını çekmeme hiç ses çıkarmıyordu. O arada ablası su dolu mavi bir su bidonunu hayvanların yemliğine boşaltmaya başlamıştı. Birden benimle konuşmasını kesip, ablasına yardım etmeye başlamıştı.

”Zînê” dedim, ”sen kaç yaşındasın?”

”On beş yaşındayım ben’’ dedi.

Ağılın dışındaki koyunlardan birisi sanki hastalıklı gibi görünüyordu. Tüm davar sürüsü ben yanlarına vardığımda sağa sola kaçmaya çalışırken o yatan ve yerinden kalkmaya bile gayret göstermeyen koyunu işaret ederek; ‘’Ey Keçe kurdan Zinê, bu koyun sanırsam hasta olmalı… Hiç kıpırdamıyor…’’ dedim.

‘’O gebedir, doğuracak bu günlerde…’’ dedi.

Sürü yamaca doğru, kontrolsüz şekilde naylon çadırdan uzaklaşmaya başlamıştı.

Kaşla göz arası Zînê eline yerden kocaman bir sırık almış, yamaca doğru koşuşturmaya, sürüyü kontrol altına almaya başlamıştı.

Bir süre fotoğraf çekmeyi bırakıp, onu izledim. Elindeki sırığı bir sağa bir sola sallıyor; sürüden ayrılmaya çalışan koyunların sırtına sırığı var gücüyle indiriyordu. Koyunlar sağa sola koşuştururken Zinê daha çok kızıyor, sürüye sürekli şekilde bağırıp, çağırıyor, daha çok sinirleniyor, Kürtçe ağzına gelenleri sıralayıp, döküyordu.

Sonra Mem ile eşim Melek’in yamacın aşağısındaki yol kenarından bana doğru el kol işareti yapıp, ‘haydi gidiyoruz, aşağıya gel’ der gibi işaretler yaptıklarını gördüm.

‘’Tamam, tamam, geliyorum’’ dedim.

Zînê’ye tekrar baktım. O da uzaktan beni izliyordu. ”Haydi kolay gelsin Şivanê Kurdi, Zînê… Hoşça kal..” deyip, yamaca doğru adeta uçarcasına indim. Vadi tabanındaki dere boyuna vardığımda tekrar bu güzeller güzeli, Kürt kızına son kere kendimi tutamayıp, başımı omuzumun üstünden geri çevirip, tekrar baktım. Zînê koyunların sırtlarına indirdiği sırığını toprağa dimdik gömmüş; uzaktan bana el sallıyordu. ‘’Güle güle…güle güle git…’’ işareti veriyordu.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.