Yayladan Nazım’a selam…

Yayladan Nazım’a selam…
20.06.2020
A+
A-

Selam tüm okuyucularımıza, sevgiyi katıksız, ayrıştırmadan seven tüm yüreklere…

Ne büyük laftır sevgi, bir o kadar da kolaydır aslında… Kimi zaman insanlara, kimi zaman doğaya börtü böceğe, var olan her şeye sevgi duyabilmek ne kolaydır aslında… Kimine göre büyük laf dedik ya, çünkü sevgisiz yüreklerde ağızda bile eğreti durur. Ağız söylerken, gözler inkar için bağırır. Dostluk ise sevginin vücut bulmuş halidir. Gerçek dost kanbağı olmasa da kardeş sıcaklığını hissettirir bize. Üzüntümüzle kahırlanmaz sadece, sevincimizle de bir o kadar sevinir ve bunda samimidir. Fakat gün geçtikçe ne çok tüketir olduk tıpkı kullandığımız telefonlar  misali… Yenisi çıktığı gibi önceki değer kaybeder oldu. Aslında her kaybediş bizi eksiltmeye, ruhumuzdan azalttıkça cismen varoluşu yeterli görmeye, yalnızlaşmaya başladık. Dostlukların miadı azaldıkça, sevginin anlamını da yitirmeye başladık.

Rize’nin Fındıklı ilçesine gitmiştim birkaç yıl önce. İki tarafı nehir, üst tarafları orman, ön tarafı ise alabildiğine deniz olan muhteşem güzellikte bir yerdi. Aslında Karadeniz’in bir çok yeri gibiydi, saf bozulmamış bir coğrafya… Fındıklı’yı farklı kılan özelliği hatta bazı sosyologlarca araştırmaya sevkeden yönü yaşayış tarzları…

‘Nasıl yani! Farkı ne?’ derseniz…

Şöyle ki; insanları tipik Karadeniz halkı gibi samimi, misafirperver ve oldukları gibi orijinal. Ama onların farkı, dünyaya bakış açıları. Aslında olması gerekeni koruyabilmiş olmaları desem, daha doğru olur sanırım. Bu insanlar ön yargısız, insanı sadece yalın haliyle sevmeyi becerebiliyorlardı. Tüm ötekileştirmelerden arındırarak yani… Dini dili ırkı, siyasi görüşü umurlarında bile değil. Memleketlerine gelen herkes, hepsi için ailelerine katılan yeni bir fert gibi. Onların o samimiyetlerine siz de kapılıveriyorsunuz. Sanki yıllardır tanıyormuşsunuz da bir süredir uzaktaymışsınız ve nihayet dönmüşsünüz gibi bir his veriyorlar. Gereksiz abartı değil, dediğim gibi yaptıkları aileden biriymişsiniz gibi…

Burada suç oranı yok denecek kadar az. İnsanların çoğu inançlı, bunun yanında Atatürk’e ve onun değerlerine sıkı sıkı bağlılar ve onları en çok kızdıran bu değerlere laf söylenmesi… Cinsiyet ayrımı gibi safsataları çoktan aşmışlar. Ev işlerinden tutun sosyal hayatta da tam bir paylaşım içindeler. Hatta kadınlara verdikleri değer örnek alınacak kadar had safhada. Kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığı umurlarında bile değil. Çoğu dededen kalma evlerde ve gerekli olan eşyalarıyla, minimalizmin muhteşem mutluluğunu yaşıyorlar. Çünkü onlar, hayatın bu ucuz ayrıntılarıyla değil, özünü yaşamayı çoktan çözmüşler. Ne maneviyatta, ne de maddiyatta şekilcilikten ve gösterişten çok uzaklar.

Eğlenmeyi çok seviyorlar bunun için özel bir zaman gerekmiyor bile. Sahilde gezerken biri bir tulum çalıyorsa, (ki bu orada çok sıradan bir durumdur) kadın erkek, tanısın tanımasın horon vururlar, ortada durup türkü söylemeye başlıyor biri ve herkes ona hep bir ağızdan eşlik ediyor, içlerinden geldiği gibi… Şunu da belirtmek isterim; Karadeniz’de bazı bölgeler sadece kemençe çalarken, bazıları sadece tulum çalar, tıpkı Fındıklı gibi… Zaten bu konuda da oldukça netler; “biz sadece tulum çalarız” diyorlar, “bazı bölgelerse sadece kemençe.” Çarşısıysa sanırım ömrümde gördüğüm ve unutamayacağım sevimlilikteydi. Küçük meydana bakan dükkanlar, esnafın birbiriyle olan dialoğu beni çocukluğuma götürdü. Girdiğimiz her dükkan, gülen gözlerle yabancılaşma hissetmememiz için bir çaba içerisindeydi sanki. Kasap, manav, çayevi, pastanede kolunda ‘K. Atatürk’ yazan kadın, hepsi tanıdık gibilerdi… Ama çok özlediklerimizden… Erkek kadar kadın esnafın olması da çok güzeldi. Dükkanların genelinde Atatürk portresi baş köşedeydi.

Fındıklı’da genelde plaj olarak nehiri kullanıyorlardı. Girmesi sanırım daha zevkli olduğundan. Bir ara plajın erkek ve kadın olarak ayrılması gerektiğini gündeme getirmiş birileri, halk eylem yapmış; ”Biz şimdiye kadar birbirimize cinsiyet ayrımı yapmadık, bu ayrımı yapmaya kimsenin hakkı yok. Bizi kime karşı neden koruyorsunuz. Bizim ilçemizde şimdiye kadar bu anlamda hiç bir dava vuku bulmadı” diyerek kendilerini ifade edecek kadar da yürekli ve kararlılar ayrıca…

Kanaatkarlar ama öyle fakir tesellisi değil. Bir esnaf sohbet esnasında şöyle demişti: ”Burda kiminin az, kiminin çok fındık veya çay bahçesi olur. Birkaç ay yoğun bir şekilde çalışılır. Sonrasında tüm yıl boyunca o parayla geçinir birçoğu… Hatta bazen çırak olarak eleman bulamayız. Neden dedim? Ya adam bana bu para mis gibi yetiyor diyor. Yılın geri kalanını ailesine, sosyal faaliyetlere, yardımlaşmaya ve beraber yaptıkları hobilere eğlencelere ayırıyorlar” dedi.

Evet, çünkü onlar bizler gibi ev taksitine gireyim, şu eşyayı değiştireyim, şu markamı alsam yarışından uzak, kendilerini maddenin köleliğine mahkum etmemiş, özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı. Bu arada okuma oranı da oldukça fazlaydı. Eğitimin gerekliliğine inanıyor ama bunu bir ölüm kalım haline getirmiyorlardı. Zaten bir çoğu da üniversiteden sonra tekrar buraya gelip aynı düzene devam etmişti. Ayrıca bulundukları yerde zihinlerine öyle güzel temeller atılmıştı ki… Yaşam felsefeleri; maalesef birçoğumuzun yaşlılığında tecrübeleriyle anca anlayabildiği ‘keşkeler’le donatılmış hayallerini, onlar çok öncesinde keşfetmişlerdi; ‘huzur…’

Birkaç gün sonra Fındıklı yaylalarında bir pansiyonda kahvaltı yapmaya gittik. Tabi ben ‘arabaya binicez, önünde inicez’ gibi düşünüyordum. Yok ama öyle olmadı! Araç ancak bir yere kadar çıkabiliyordu. E peki sonra? ‘Eh birkaç kilometre yürünecek’ dendi. Yapacak bir şey yoktu, yürüyecektik. Dar patikadan tek sıra… Ama orman içi manzara süper. Devamında bir tarafımız uçurum diyebileceğim bir yola girdik ama çitlerle korkuluk yapıldığından alabildiğine güvenli. Bu yolda, beni en çok şaşırtan bir o kadar da mutlu eden tarafı, belli aralıklarla yorulanlar için ahşap bankları görmem oldu. Daha güzeliyse o banklara karşılık gelen ağaçlara yine ahşaptan raflar oturtulması ve içine de kitaplar koyulmasıydı. Yani dinlenirken, ormanın ve kuş seslerinin içinde kitap okumanın zevkini de yaşamanı istemişlerdi ve bu muhteşem bir düşünceydi. Bu zevkli yoldan sonra pansiyona gelmiştik. Karı koca ve iki oğullarıyla işlettikleri bu yere işletme demek aslında ne kadar doğru bilemiyorum.Abartısız bir samimiyetle ‘buyur’ edildik. Ev havasında hazırlanan masanın gözdesi muhlama olsa da, ev yapımı reçeller, tereyağı, bal ve diğerleri de ondan geri kalmıyordu. İşletmecisi, yıllarca İstanbul’da gazetecilik yaptıktan sonra emekli olmuş, o sırada kendi gibi emekli olan eşiyle beraber iki genç oğullarını da alıp, babadan kalma yayla evini farklı bir konseptle canlandırmayı başarmışlardı. Gazeteci abimizin, akıcı bir sohbeti vardı. Güzel dinliyor ve çok güzel anlatıyordu. Bu sohbet eşliğinde yaptığımız kahvaltı nasıl doyumsuz bir lezzet vermişti anlatamam. Kahvaltıdan sonra ‘kahvelerimizi terasta içelim mi’ dedi. ‘Tabi ki’ dedik ama teras bildiklerimizden farklıydı. Yine ormanın içine oturtulmuş ahşap zemin, ahşap çit korkuluklar ve ahşap bir masa… Ağaçların dalları, kalktığımızda tepemize değecek kadar yakın… Ve emekli gazeteci, şimdilerde işletmeci abimizle muhabbet ederken, konu Nâzım Hikmet’e geldi nasıl olduysa… O da benim gibi hayranıymış Nâzım’ın ama onun hayranlığı bir şekilde hayatlarına dokunmasıyla da alakalı:

‘Babam, Nazım’la bir dönem arkadaş olma şansını yakalamış biriydi’ dedi.

‘Nasıl yani’ derken, ‘şöyle ki’ dedi:

“Babam öyle zengin biri değildi. Okuma yazması da yoktu. Ama marangozluktan anlardı yani, iyiydi bu konuda… Eh çoluk çocuk bir de yokluk… Arada birilerinin kamyonunda, uzun yol şoförlüğü de yapardı. Bunların birinde götürdüğü malların belgeleri falan eksik olduğundan ceza yemiş… Üstüne de sahipsizlik diyelim, birkaç ay hapis cezası veriyor mahkeme. Bu garibanlığın içinde bir de hapse düşüyor. Gardiyanlar babamın marangozluktan anladığını öğrenince hapishanede neye ihtiyaç varsa hatta yoksa, masa sandalye, kırık dökük habire babama yaptırıyorlar yani artık dışardan birini parayla tutmaya gerek kalmıyor! O da yetmiyor evleriyle alakalı lazım olan eşyalar için de hizmet ettiriyorlar. Bulmuşlar bedava marangozu, “vur beline semeri” hesabı yani. Babam da gariban adam, ses çıkarmaya korkuyor ama her gece delik deşik olmuş elleri, yorulmuş bedeniyle, bitap bir şekilde zar zor yatağa atıyor kendini. Bir süre sonra Nâzım Hikmet’i babamların koğuşuna veriyorlar. Herkesle tokalaşıyor, hal hatır soruyor Nâzım… Sonrasında sohbet etmeye başlıyorlar. O sırada kapı açılıyor. Gardiyan geliyor, babamı işaret ediyor; ‘Benimle gel!’ diyor. Nâzım hemen soruyor; ‘Hayırdır niye çağırıyorsun adamı’ diyor. Senlik birşey yok, o marangoz, benim evin masasını yapacak. Nâzım ayağa kalkıyor. O sırada gardiyana doğru ürkerek giden babamı, omuzundan arkaya doğru itip önüne geçiyor. Gardiyanla burun buruna gelip, ‘kaç lira vereceksin emeğinin karşılığında’ diyor. Gardiyan afalıyor; ‘Ne parası, tek kuruş vermem hapis adama’ deyince, Nâzım gardiyanın üstüne yürüyor. ‘O burda hapis yatarak cezasını çekiyor, senin hizmetini yapmak buna dahil değil. Ya emeğinin karşılığını verirsin veya ona öyle beleş ve istemediği halde bir şey yaptıramazsın. Buna izin vermem, karşında beni bulursun’ deyince; gardiyan olası bir kargaşadan korkmuş olacak ki hemen orayı terk ediyor. Sonrasında da böyle bir zorlamada bulunamıyor.

Nâzım, sonraki günlerde babam dahil koğuşta okuma yazma bilmeyen herkese hiç bıkmadan usanmadan, okuma yazmayı büyük bir azimle öğretiyor, bir taraftan da ‘hak hukuk nedir, neye yarar, neden gereklidir’ konularında örneklemeler anlatıyor. Babam hapisten çıktığında da uzun süre mektuplaşıyorlar. Hapise girdiğinde büyük bir üzüntü yaşamışken, çıktığında Nâzım’ın sayesinde okuma yazma öğrenmiş, emeğin her şeyden kutsal olduğunu ve bunun kimsenin heba etmesine izin vermemesi gerektiği bilincine ulaşmış yani adaletin ve hakkın her yerde olması gerektiği fikriyle çıkmıştı babam. Bizi de o bilinçle yetiştirdi. Nâzım’a bu anlamda biz de minnettarız ve hep olacağız” diye devam ediyordu.

Ve işte dost olmak böyle bir şeydi, onun ezilmesine gönlü razı olmamaktı, kendine yapılmış gibi hissedebilmek ve hissettirebilmekti…

Dinlerken o kadar etkilenmiştim ki, hatta kendimce de anlamlandırmıştım bir çok şeyi…

Bu güzel ilçedeki o büyülü dünya, belki Nâzım’ın bir şekilde uzaktan da olsa buraya dokunmuş olabilmesindendi…

DÜNYA ADALETSİZ ÇOCUK!

Çıkar boynundan at o ipi çocuk!

Salıncaklar mı yok sana? 

Kalk hadi o soğuk betondan, 

Yatacak başka yer mi yok sana? 

En sevdiklerimi verdim ölüme de;

Ben bu yaşımda gitmenin böylesini görmedim.

Kırılan bir boyun gibi orta yerinden kırıldığını ömrün… 

Görmedim Ademoğlunun dalından koparılır gibi koparıldığını…

…ve böylelikle umut etme kabiliyetimizi aldılar elimizden.

Ne diyeyim, dilerim ihtiyacı olan birine gidiyordur bizden aldıkları umut! 

Dünya adaletsiz çocuk! 

Dünya zorba. 

 … 

Nâzım Hikmet 

YORUMLAR

  1. Tansel Saylı dedi ki:

    ÇAĞLA….. teşekkürler… Sayende güzel Ülkemin özel bir yöresini gezi tadında anlatmışsın…. gitmesek de o heyecanı yaşadım… Sayende NAZIM HİKMET Ustayı’da anmış olduk… emeklerine sağlık…. selamlar…

    1. yücel dedi ki:

      Görmek,gördüğünü anlamak ve anlatmak Ne kadar önemli.Çok güzel anlatmışsınız memleketi.Teşekkürlet.

      1. Çağla şahin dedi ki:

        Teşekkür ediyorum. Benim için gezmeside yazmasıda zevkti🙏

        1. ibrahim ocaklı dedi ki:

          teşekkür ederim memleketimi çok güzel duygularla betimlemişsiniz
          güzel insan her yönüyle güzeldir çoğalmaları dileğiyle

    2. Çağla Şahin dedi ki:

      Teşekkür ediyorum. Anlatılmaz anca yaşanabilir diyecebileceğimiz yerlerden aslında. Bir kesit anca diyim Nâzımla birebir uyumları ise muhteşemdi🙏

  2. Aysun Çervatoğlu dedi ki:

    Tebrikler, çok akıcı ve gerçekçi yazılmış. Elinize sağlık…

    1. Çağla şahin dedi ki:

      Teşekkür ediyorum 🙏

  3. Pınar Gültekin dedi ki:

    İnsanıyla doğasıyla masal gibi fındıklı ya selam olsun kaleminize sağlık fındıklı yi yazınızda adeta resmetmissiniz

    1. Çağla Şahin dedi ki:

      Teşekkür ediyorum. Bir nebze olsana anlatabilmişsem ne mutlu bana🙏

  4. Afacan imamoğlu dedi ki:

    İnsan duygulariyla gördüklerini haşrederse bukadar güzel anlatilir… emeğinize sağlik
    FINDIKLI’miza selam olsun…

    1. Çağla ŞAHİN dedi ki:

      Teşekkür ediyorum. Kaldı ki duyguların harman olduğu öyle bir yerde, haşretmek çok daha kolay oluyor 🙏

  5. Mehmet Yılmaz dedi ki:

    Çok güzel anlatmışsın ama yeri çıkaramadım

    1. Çağla ŞAHİN dedi ki:

      Teşekkür ediyorum. Rize/fındıklı yaylaklarında Bagani denilen bir pansiyondu.

  6. Aykut Özbay dedi ki:

    Geç kalmak hiç okumamaktan iyidir.Hafta başında tecrübe edeceğim:)