SAKLI GÖL’DEKİ, ÖLÜ…

SAKLI GÖL’DEKİ, ÖLÜ…
15.02.2021
A+
A-

Uludağ’ın, 2210 metresinde dünyanın en güzel göllerinden birisi saklıdır. Bu göle boşuna Saklıgöl denilmemiştir. Bu gölü uzaklardan görebilmeniz mümkün değildir. Göl sanki devasa kayalıkların arasına, yamaçtaki bir düzlüğün içine gizlice saklanmış gibidir. Saklıgölü ancak yanına vardığınızda görebilirsiniz. Uludağ’ın yamaçlarında bir yerde gizlenmiş bu gölü ne üst yanındaki keskin kayalıklardan, ne aşağısındaki Karaçukur sırtlarından, ne Güvercinlik deresi vadisinin yamaçlarından, ne gün doğusundan, ne de gün batısından hiçbir şekilde göremezsiniz.

Gölün güney tarafı bıçak gibi keskin kayalıklarla kaplıdır. Yamaçlardaki kayalıkların üstü yer yer silme bir yeşil örtüyle örtülmüş gibidir. Kayalıklar renk renktir. Grisi, yeşili, moru, siyahı…

Bulutların olmadığı güneşli havalarda gölün güney tarafına denk gelen keskin kayalıkların yansıması gölün durgun sularına vurur. Kayalıkların arasında toprak olmasa da küçük küçük çimenler, otlar sanki yerden fışkırmış gibidir. Yeşil otlar, çimenler, çiçekler sanki yer toprağına yapışık gibidir. Gölün kuzeyi boydan boya yeşil bir halı gibi çimenlerle, mavi çiçekli yarpuzlarla kaplıdır. Göl çevresindeki kayalıkların arasında bodur dikenli çalı kümeleri vardır. O sık bodur çalı kümeleri yaz kış hiç yaprağını dökmez.

Saklıgöl’ün baharı Temmuz ayıdır. İlkbaharda Saklıgöl daha karlarla, buzlarla kaplıdır. Temmuz gelince gölün çevresindeki doğa sanki çıldırmış gibidir.

Temmuz ayı gelince gölün yakınlarındaki Karaçukur sırtları, Uludağ’ın eteğindeki Saitabat köyündeki şelalenin sularını oluşturan Güvercinlik vadisinin taşlık ve kayalık yamaçları renk renk çiçeklerle dolar. Adını bilmediğin binlerce, milyonlarca çiçek kaplar yamaçları.

Vadilerin içlerine doğru, tepelere doğru esen rüzgar çiçeklerin kokularını Uludağ’ın yamaçlarına doğru dağıtır durur. O yamaçların en güzel çiçeği Gentiana verna’dır. Temmuz geldiğinde Saklıgöl’ ün çevresindeki kayalıklar bahar jentianası ya da mavi bahar yılan çiçeği olarak bilinen bu mavi çiçeklerle dolar. İnsanın o mavi çiçeklere baktıkça tekrar bakası gelir. Mavinin en güzeli, en canlısı, en göz alıcısı işte o çiçektedir.

Koparmaya kıyamazsın. O mavi çiçekler Uludağ’ın en güzel endemik bitkisidir.
Saklıgöl’ün suları yamaçlardaki biriken karların erimesiyle oluşmuştur. Yamaçlarda eriyen kar suları birkaç küçük kaynaktan göle doğru akar. Gölün suyu buz gibidir. Gölün en derin yeri bir buçuk metreyi bulur. Temmuz sıcağında insanlar ayaklarını gölün sularına daldırsa bile suda iki dakikadan fazla tutabilmeleri mümkün değildir. Dayanabilmek mümkün değildir buzlu suya. O kadar çok soğuktur.

Havada bulut yokken Saklıgöl’ ün birden sisle kaplanıp, görünmez olup, birkaç saat sonra sisi dağılıp, tekrar güneşin açması çok sık rastlanan bir olaydır. Bazen gölün kuzey tarafındaki derin vadilerin, yamaçların içine doğru bir sis ve bulut kümesinin hızlı bir şekilde akıp geldiği görülür. O, sis tabakası içinde bir anda göl görünmez olur. Daha sonra sis dağılıp göl tekrar yüzünü gösterir.

Bahar ve yaz aylarında bu hep böyle devam edip gider. Gölün güney doğu tarafında küçük bir yarımadayı andıran dil gibi bir çıkıntı vardır. O küçük yarımada Temmuz ortasında yaklaşık bir karış otlarla büyür. Gölün etrafı neredeyse taşlık, kayalık olmasına rağmen, o küçük yarımada killi, humuslu bir toprak parçasıyla örtülüdür.

Gündüzleri gölün olduğu yamaçlarda hiçbir canlıyı görebilmek mümkün değildir. Gündüz de olsa gölün çevresinde bir ıssızlık bir ürküntü, bir gizem havası vardır. Gölün üstünde bazen mavi kanatlı küçük bir kuşun uçtuğu görülür. Mavi kanatlı o kuş önce gölün çevresindeki bodur çalı kümelerine konar. Bodur çalı kümelerinin üstünde kanatlarıyla pır-pır yapıp, üç beş saniye sonra yerinden uçarak, gölün durgun sularının üstünde kanat çırpıp, tekrar havalanıp, uçup gider.

Gece yarısından sonra gölün çevresinde bir hareketlenme, bir canlılık başlar. Devasa kayalıkların arasından Uludağ’ın yaban hayvanları, kemirgenleri, başka hayvanlara yem olmamak için, gizliden gizliye göle birer birer su içmeye gelirler. Daha sonra suyunu içen hayvanlar bir bir tekrar ayrılırlar Saklıgöl’ den.

Kent meydanından bindiğimiz minibüs, yaklaşık bir saat sonra, bizi Uludağ’ın oteller bölgesine kadar getirmişti. Minibüsün içinde toplam on iki kişiydik. Minibüsü de süren zaten arkadaşımızdı. Namık ağabeydi. O bir saatlik yol boyunca, Uludağ’daki oteller bölgesine kadar, toplam iki yüz yirmi beş tane virajı geçmiştik. Uludağın Oteller Bölgesine kendi arabalarıyla gelen dört arkadaşımızda bize katılmıştı. Böylece toplam on altı kişi olmuştuk. Hepimizde gideceğimiz rotayı çok çok iyi biliyorduk. Hedefimiz Uludağ’ın en gizemli gölü Saklıgöl’e doğruydu. Yürüyüşümüzün büyük bir kısmını karanlıkta, kafalarımıza taktığımız gece lambalarının ışığı altında yapacaktık.

Uludağ’ın büyük zirvesine, küçük zirvesine ve yine; Saklıgöl’ün olduğu bölgeye gitmek için, Çobankaya bölgesine gitmek için defalarca geldiğimiz o oteller bölgesine nihayetinde varmıştık.

Hareket yerimiz o vardığımız nokta olacaktı. O noktadan itibaren, neredeyse otuz kiloya varan, yetmiş volümlük dağcı çantalarımızı sırtlarımıza yüklenip, Uludağ’ın zirvesine yakın bir yerinde bulunan Saklıgöl’e kadar on bir kilometre boyunca yokuş boyunca Uludağ’ın bazan toprak yollarından, bazan çıplak sırtlarından, bazen patikalardan yürüyecektik. Saklıgöl’ün kenarında dağcı çadırlarını kurup, geceyi çadırlarımız da geçirip, ertesi günü de öğleye doğru Saklıgöl’e  tekrar dönecektik. Böylelikle iki gün içinde toplam yirmi iki kilometre yol yürümüş olacaktık.

Saat on sekizdir. Dağcılığa gönül vermiş on altı kişi ellerimizde dağcılık batonları, içinde yiyecek ve sularımızın bulunduğu, kenarlarında, üstünde dağda konaklayacağımız çadır malzemelerinin, uyku tulumunun ve matların yerleştirildiği sırt çantalarımızı yüklenerek başlıyoruz yürümeye.

Hava oldukça berraktır. Gökyüzüne bakıyorum. Ne bir bulut, ne bir pus. Esasında bu oldukça zorlu geçecek ve büyük bir bölümünü gece yapacağımız yürüyüşten ben korkuyorum. Çünkü bir gece öncesi gece beni saat birde görev yaptığım hastaneden aramışlar; iş kazası geçirerek eli parçalanan birinin sabaha karşı dört civarında ameliyata alınacağını, saat dört civarında hastaneye gelmemi istemişlerdi.

Gece saat bir sırasında o gelen telefondan sonra zaten hiç uyuyamamıştım. Sabaha karşı görev yaptığım hastaneye gidip ameliyatı yapmıştım. Zaten o ameliyat gecesinden önceki gecede hiç uyuyamamıştım. İki günden beri uyku nedir unutmuştum.

Aşırı derecede bitmiş, tükenmiş gibiydim. Yürümeye, adım atmaya bile gücüm yok gibiydi. Buzun ve meşakkatli yolda yürürken sürünme pozisyonuna geçerim diye çok korkuyordum. Daha yürüyüş başlamadan eşim Melek ile birden göz- göze geliyoruz. O da ister istemez uykusuz ve yorgun olduğumu biliyor. Yürüyüşe ayak uydurup uyduramayacağımı merak ediyordu.

Toprak bir yola doğru yürüyoruz. Bazan tek sıra halinde, bazen karışık olarak yürüyoruz. Hedefimiz hep yukarılara doğru… Yürüyüş esnasında sık sık birbirimizle şakalaşıyoruz. Bu on altı kişinin en yaşlısı benim. En gencimiz ise on dört yaşında Umut adında bir delikanlı. Umut ilk başlarda yoruluyor, ben yine iyi yürüyorum. Yol boyunca yürüyoruz.

Yavaş yavaş hava kararıyor. Her birimiz kafamızı, yüzümüzü sıkı sıkıya kapatıyoruz. Hava bulutlu olmamış da olsa yine de Uludağ’ın yamaçları serin. Ben kışlık montumun şapkasını takıyorum.

Bazı arkadaşlar fularlarıyla yüzlerini örtüyorlar. Bazılarımız gecenin soğuk olacağını düşünüp, eldivenlerini de getirmişler. Onlar da eldivenlerini giyiyor. Montumun şapkası beni esintiden rüzgardan çok iyi koruyor. Yoksa yaz olsa bile Uludağ’ın rüzgarı insanın yüzüne yada açık yerine vurduğu zaman yakar. Birkaç gün sonra o rüzgarın vurduğu, değdiği yerlerin derisi soyulmaya başlar.

Bir ara en küçüğümüz Umut zorlanır gibi oluyor. Birkaç kez durup dinleniyoruz. Ona ayak uyduralım diyoruz. Umudun yüzünü, başını, boynunu babası sıkı sıkıya örtüyor. Yürüdüğümüz toprak yolun bazı yerleri kısa zaman önce yağan yağmurdan dolayı yarılmış. Düz yolun ortasında sanki küçük küçük yarma kanallar açılmış. Bazen dağın yamacından akıp gelen küçüklü büyüklü taşlar yola kadar yuvarlanıp gelmişler.

Yürüdüğümüz toprak yolun ortasında, yamaçlardan yuvarlanıp gelen koca koca taşlar var. Yolun bir tarafı dağın eteğine doğru eğimli…

Bir tarafı yukarıya doğru yamaç. Yamaçlardaki o kocaman kocaman taş kütleleri, karanlığın etkisiyle sanki devasa, daha da büyümüşler gibi oldukça heybetli bir halde görülüyor insanın gözüne.

Hava kararıyor. Sonra bu gece yürüyüşümüzde bize rehberlik yapan Medeni Ahmet bey; ‘’Arkadaşlar’’ diyor, ‘’artık kafa lambalarımızı yaksak mı? Ne dersiniz?”

Medeni Ahmet arkadaşımızın önerisini hepimiz dikkate alıyoruz.

Herkes sırt çantalarından çıkarttığı gece lambalarını kafasına geçirip, yakıyor. Kısa bir dinlenmeden ardından tekrar başlıyoruz yürümeye. Ben sık sık Uludağ’ın küçük zirvesi tarafına bakıp bakıp duruyorum. Oraya daha önce karda
kışta, buzda, siste çıktığımız bir heyecan dolu, adrenalin dolu bir an’ımı düşünüyorum. Beynim sürekli olarak geçmişte kalan o zirve faaliyetine takılıp kalıyor.

Sonra ”acaba Saklıgöl’e daha ne kadar kaldı” diye aklımdan geçirip geçirip duruyorum. Oraya kadar on bir kilometrelik bir yolumuz vardı.

Gurubumuzda bir arkadaşımız sürekli yürüdüğümüz yolun mesafesini GPS cihazıyla takip edip, duruyor. Saklıgöl rotasına doğru onun daha ilk yürüyüşü müş.

Ona her sorduğumda ‘’hocam’’ diyor, ‘’daha şu kadar, bu kadar yürümüşüz…’’ dediğinde yüreğime tekrar tekrar korku düşüyor.

Hem yorgun, hem uykusuzum. Böyle zorlu bir etkinliğe katılmaya nasıl karar verdim diye içimden sürekli şekilde hep kendimi suçluyorum.Bu Saklıgöle gece yaptığımız yürüyüşümüz için kendimde yeterli gücümün, enerjimin olmadığını düşünüyorum. Her an yüreğimde o korkuyu, ürküntüyü hissedip duruyorum. Sürekli şekilde bir korkuyu yaşayarak yürüyorum.

Her attığım adımda umudum daha çok kırılıyor. Sanki bacaklarım beni hep ileriye değil de geriye doğru götürmek istiyor. Sürekli şekilde beni yalnız bırakmayan, beni sürekli şekilde umutsuzluğa iten yaşayıp durduğum o hislerimi grubumuzda yürüyen arkadaşlarımın hiç birine bile hissettirmemeye
çalışıyorum.

Bir çizgi boyunca yürüyoruz. Bu gece gökyüzünde ay yok. Gökyüzünde yıldızlar sanki kirpiştirip duruyor. Gecenin zifiri karanlığını kafamızdaki lambalar aydınlatıyor. Her birimiz, kafamızı eğerek ve bastığımız yeri kontrol ederek yürüyoruz. Kafa lambalarımız sadece önümüzdeki elli santimetre karelik bir alanı aydınlatıyor. Bir çizgi boyunca yürüyoruz. Hedef hep yukarılara… Saklıgöl’e doğru…

Eylül ayı olsa da Uludağ’ın yamaçlarındaki hiçbir ot daha sararmamış. Kurumamış. Çoğunlukla hep yeşil… Sanırsın ki buralara bahar daha yeni gelmiş. Toprağın hemen üstünde, bazıları neredeyse toprak seviyesiyle aynı olan bir sürü yayvan otlar…

En çokta öbek öbek, kümeler halinde, adını bilmediğimiz dikenimsi otlar. Yolumuz üzerinde, gece lambalarımızın ışığı altında bazan çok canlı yeşil ot kümelerinin olduğunu görüyoruz. Bazen zifiri karanlığın içinde oldukça heybetli görünen bodur çalı ormanlarının içinden geçiyoruz.

Yürürken montumun kapşonuyla kafamı, boynumu, yüzümü sürekli şekilde hep örtüyorum. Sağ taraftaki kulağımın yanından, sağ omuzumun üstünden sürekli şekilde gecenin zifiri karanlığı içinde acı acı esen, o rüzgarın çıkardığı ıslık sesi hiç kesilmiyor. Hiç kesilmeyen bir uğultu…

Belli bir mesafeden sonra artık molaların süresini biraz daha uzun tutuyoruz. O on dört yaşındaki çocuk bile benden dirençli çıkıyor. Yoruluyorum. Ayaklarım beni zor taşıyor. Saat yirmi bir civarıdır. Toprak yoldan çıkıyoruz. Dik bir vadinin yamacına doğru inmeye başlıyoruz. İşte buna seviniyorum. Yamaç inişi hem daha kolay, hemde en azından insanı zorlamıyor. Ama inişe geçtiğimiz yamaçta kocaman sanki insan eliyle yerleştirilmiş devasa kaya kütleleri var.

Milyonlarca küçüklü büyüklü kaya, taş sanki yamaca özellikle yerleştirilmiş. İnmeye çalıştığımız vadi yamacı sanki taş tarlası… taş çölü. İndiğimiz vadi tabanına doğru sık sık, bodur, kümeler halinde yayvan, yaprağını dökmeyen çalı kümeleri var.

Grubun en arkasında genellikle hep nedense ben oluyorum. İnişe başladığımız yerde batonum taşların arasına giriverince, dengemi kaybedip, kayıp düşmüştüm. Benim düştüğümü gören Melek çığlık atmıştı. ‘’Ali, iyi misin canım?’’ demişti.

O zaman gurubumuzdaki Ömer adındaki arkadaşımız benim koluma girip, benimle birlikte inmeye başlamıştı. O taş tarlasını, bodur çalı kümelerinin arasından Ömer ile el ele tutuşup, güç bela zor bir şekilde inebilmiştik.

İnişten sonra vadi içinde bir sırt boyunca tek sıra halinde yürüyüp, Saklıgöl’den önceki o Güvercinlik deresi denilen derin vadinin tabanına değin inmiştik. O derin vadi içindeki kocaman devasa bir kaya kütlesinin yanına en sonuncu olarak ben varabilmiştim. Benden önce yürüyüş grubumuzun tümü oraya varmış ve geride kalanları beklemeye başlamışlardı.

Oraya vardığımda Melek’in de bir hayli yorulduğunu hemen fark etmiştim. Melek tıpkı grubun önünde yürüyenlerle birlikte, benden önce oraya varmış; yorgunluktan dolayı sırtındaki sırt çantasını çıkarıp, sırtını kayaya vermiş bir taraftan dinleniyor, bir taraftan da oraya varan arkadaşlarla muhabbet ediyordu.

Yanlarına varır varmaz Melek: ‘’Ali‘’ demişti, ‘’artık buraya kadar gelebildin… sadece beş yüz metremiz kalmış…‘’ demişti. Öyle yorgun ve bitkindim ki… Değil beş yüz metre, artık elli metre bile yürüyecek durumda bile değildim. Kaldı ki o beş yüz metre dediği yer, yukarıya yamaca doğru bir tırmanış olacaktı. Taşlık, kayalık yamaçlardan, yaprağını dökmeyen bodur çalı kümelerinin arasından yürüyüp, Uludağ’ın gizemli o Saklıgöl’ünün olduğu yere ulaşacaktık.

Bitmiş, tükenmiş haldeydim. Artık adım atacak durumda değildim. Deniz adındaki arkadaşımız birden gürlercesine, yüksek bir sesle, beş dakika bile geçmeden ‘’arkadaşlar’’ diyor, ‘’ molayı uzatmayalım… yoksa terimiz soğursa zorlanırız. Yürüyelim arkadaşlar… Yolcu yolunda gerek…’’ deyince, başlıyoruz tekrar yürüyüşümüze.

Bu defa vadi tabanından Güvercinlik deresinin sağ yamacına doğru başlıyoruz yürümeye. Hep aynı düzen içinde, tek sıra halindeyiz. Birden ayaklarımı açıp kontrolsüz bir şekilde hızlı hızlı yürümeye başlıyorum. Arada sırada başımı geriye doğru çevirip, geride kalanlara doğru bakıyorum. Ardım süre yürüyüp gelenleri görünce az da olsa mutlu oluyorum.

Tek bir hedefimiz var. Saklıgöl’ün olduğu yere bir an önce varabilmek. Bazen yaprağını dökmeyen, dikenli, bodur çalı kümelerinin arasından geçiyoruz. Sürekli şekilde yamaca doğru tırmanıyoruz. Eğer buna tırmanmak denirse… Esasında benim açımdan bunun anlamı sürünmek.

Çıktığımız dik yamaç boyunca yer yer taşların, kayaların arasından, sürekli şekilde akıp duran su şırıltılarını duyuyorum. Sağımda solumda devasa kayalar, bodur çalı kümeleri var. Tırmanırken ayaklarımız hiç toprak yüzü görmüyor. Dik yamaçta her yer yukarıdan aşağıya doğru akıp gelmiş olan irili ufaklı taşlarla kaplı. Sanki taş tarlasından yürüyoruz. Bazan taşlara basınca taşlarla beraber aşağıya kayıp, sürüklenip geliyorum. Dengemi kaybedip, düşünce var gücümle ‘’aman sakatlanmayayım, bir yerlerimi kırmayayım’’ diye kendimi dengelemeye çalışıyorum.

Bu taşlar esasında bulundukları yere ait değil. Hep Uludağ’ın yamaçlarından, yukarılardan akıp, sürüklenip gelmiş taşlar. Günden güne, tabiat şartları ve yer çekimi etkisiyle, hep aşağılara doğru, eteklere doğru akıp duracaklar. Kafalarımızdaki ışık lambalarının ışığından bile kayaların, taşların hep renk renk olduğu rahatça seçilebiliyor. Karası, moru, sarısı, yeşili… Bir kısım kayaların üstündeki renkli damlaları andıran yosunları bile gece de olsa ışık vurduğunda seçebilmek mümkün.

Ayaklarımızı hep dikkatli basmak zorundayız. En ufak bir dikkatsizlik sakatlanmamıza hatta bir yerlerimizi kırmamıza sebep olabilir. Grubumuzdaki çoğunluk başını alıp yürüyüp gidiyor. En geride hep ben varım, birde beni yolda bırakmak istemeyen iki kişi daha var. Bunlardan birisi Ömer, birisi de Onur. Ben ne zaman dinlenmeye geçsem, onlarda sekiz on metre önümde durup beklemeye geçiyorlar.

Eğer bu dik yamacı çıkabilirsem Saklıgöl’ e varmış olacağım. Sürekli yamacın üst taraflarına, yukarılara doğru bakıyorum. Yukarıya çıkıp gidenlerin kafa lambalarından yansıyan ışıklar bir müddet sonra silinip, kayboluyor.
Her iki üç adımda bir dağcılık batonumun üstüne adeta abanarak, durup, dinleniyorum.

Her duraksamada derin derin nefes alıp veriyorum. Arada sırada başımı kaldırıp, sürekli yamacın üst taraflarını gözetliyorum. Benden uzaklaşıp gidenleri, hedefe varanları kıskanıyorum. Bazen bulunduğum yere oturu veriyorum. Yüzüme ufak ufak esinti vuruyor. Onur ve Ömer sürekli şekilde hep önümdeler. Dinlenmem bir dakikayı bile bulmuyor. Tekrar abanıyorum yukarılara doğru…

Bir iki adım atar atmaz tekrar yoruluyorum. Tekrar durup, dinlenme ihtiyacı hissediyorum. Hızlı hızlı nefes alıp veriyorum. Ağzımı kapalı tutarsam nefessizlikten boğulacağım dan korkuyorum. Her derin derin nefes alıp verirken ağzımızı da açıyorum. Burnum akıyor, gözlerim yaşarıyor.

Gözlerimin yaşardığını başkaları görse sanki ağladığımı sanacak.
Dik bir yamaçtayım. Sürekli olarak sağa sola kıvranıp duruyorum. Onur ve Ömer’ de sekiz on metre önümde gidiyorlar. Ben iki metre geçmiyor durup dinleniyorum. Ben beklemeye geçince onlarda mecburen durup bekliyorlar. Her adımda, bastığım her defasında bir taş kaya tarlası benimle birlikte aşağılara doğru akıp, akıp geliyor.

Düşmelerimin, kaya parçaları ile birlikte aşağılara doğru sürüklenip durmalarımın haddi hesabı yok. Her defasında elimdeki dağcılık sopası denilen batona daha sıkı sıkıya sarılarak, biraz daha dirençli davranıp, aşağıya doğru
yuvarlanmaktan, düşmekten kendimi sürekli şekilde korumaya çalışıyorum.
Bir an birden başımın ağrıdığını hissediyorum. Belki dağ havası belki yorgunluktan olsa gerek, uykum geliyor. Bir ara bilinç bulanıklığı geçiriyorum. Birden şiddetli şekilde öğürmeye başlıyorum.

Yere çömeliyorum. Kendimi düz bir kayanın üstüne bırakıyorum. ‘’ Kötüleştim, her halde tansiyonum çıktı!…’’ diyorum Ömer’e. Bir süre durup bekliyorum. Ben ne zaman dinlenmeye geçsem Onur ve Ömer’de beklemeye geçiyor. Artık sırt çantamı taşıyamayacağımı Ömer anlıyor.


Yalvarıyor ‘’hocam ne olur, verin artık çantanızı…’’ diyor. Onurum kırılıyor. Sırt çantamı Ömer alıyor. Bir ara sırt çantamın içindeki yiyeceklerin hepsini çıkarıp atmayı bile düşünmüştüm.

Ömer: ’’Hocam’’ diyor, ‘’yirmi metre kaldı! Hadi son bir gayret… Geldik sayılır’’ diyor. Onur’da ‘’Hocam;  artık Saklıgöl’e geldik!’’ diyor. Onlar ne deseler de artık duymuyorum bile. Sonra birden uzaklaşıyorlar benden. Başım ağrıyor. Öğürtülerim hiç kesilmiyor. Yürümüyorum. Ayaklarımın üstüne basamıyorum. Ayağa kalkınca başım dönüyor. Ayağa kalkmak istesem de gözüm kararıyor.

Bulantım ve öğürtüm şiddetlenecek gibi oluyor. Yatarak dikenli yaban mersini çalılarının dallarına tutunarak tan, dizlerimin üstünde, sürüne sürüne, Saklıgöl’ün yakınlarına kadar geliyorum. Saklıgöl’ün batı tarafındaki kayalıkların arasından çıkan küçük kanaldaki su şırıltısını duyun ca anlıyorum ki ben Saklıgöl’e varmışım.

Oraya vardığımda oraya varanların neredeyse hepsinin kamp çadırlarını kurmuş olduğunu, bazılarının da kamp çadırlarını kurmaya çalıştıklarını gördüm. Melek’te kalacağımız çadırımızı kurmuştu. Ellerimle dizlerimin üstünde sürüne sürüne, eşim Melek’in kurduğu kamp çadırının içine doğru, akarcasına dalıyorum.

Başımdan geçen ve bizzat yaşadığım Saklıgöl’e yaptığımız bu gece yürüyüşü, iki günlük uykusuzluk tan sonra elli iki yaşındaki bir insanın ölüm sınırını test ettiği, akıl dışı bir maceraydı.

Beni iki günlük uykusuzluktan sonra Saklıgöl’e kadar getiren belki içimde yaşayıp durduğum o dağ tutkusuydu.

O çadırın içine girdiğimde Melek bir şeyler anlatıyordu. ‘’Bak kaç dakikada çadırı kurdum; sen gelmeden hazır ettim canım…’’ diyordu. Bense kendimi artık tamamen bırakmış, burnumu çekerek ten, hıçkırıklar içinde ağlıyordum. Ölmeden, yolda kalmadan, bu zorlu gece yürüyüşünü bitirebilmiş olmanın gururuyla sanki sarhoş gibiydim.


Uyku tulumunda yatmayı hiç sevmem. Eşimin yardımıyla uyku tulumunun içine zor bir uğraşıdan sonra girebiliyorum. Sırt çantamı kafamın altına yastık gibi yerleştiriyorum. Ama tulumun içine girince hareket edebilmek, kıpırdaya bilmek mümkün değil. Sanki uyku tulumuyla boğuşuyorum.

Çoraplarımı çıkarıp, tuluma öyle girmiştim. Bir süre sonra ayaklarım buz kesiyor. Yorgunluğun etkisiyle, göz kapaklarım kapanacakmış gibi oluyor. Melek bana bir şeyler söylese de onun konuşmalarına bile cevap vermek şöyle dursun, konuşmalarını bile neredeyse anlamıyorum.

Kendimden geçiyorum. Bir ara uykuya dalıp gitmişim.

Soğuktur. Saatler gece yarısını çoktan aşıp gitmiştir. Bir ara uyanıyorum. Saatime bakıyorum.

Saat 02.24’ tür. Uykum dağılıyor. Sağımızdaki, solumuzdaki çadırlardan inanılmaz horultu sesleri geliyor. Bu horultu seslerinden ister istemez rahatsızlık duyuyorum. Onların rahat rahat uyumalarını aynı zamanda kıskanıyorum da. Uyumak istesem de uyuyamıyorum. Kamp çadırımızın içinde olsak ta inanılmaz bir soğuk var. Üşüyoruz.

Çadırımızın üstüne attığımız naylon örtü, çadırımızın üstünden yere kaymış; biz farkında değiliz. Titreten bir soğuk…

Melek’te uyuyamıyor. Ben bir ara kendimden geçip birkaç saat uyumuş olsam da o hiç uyuyamamış. ‘’Sen yine uyudun… ben daha uyuyamadım!…’’ diyor. Melek’e ‘’Şimdi burada olmasaydık! Evimiz ne kadar sıcaktı.’’ diyorum. Ayaklarım sanki benim değil.

Tulumun içinde olsalar da ayaklarımın üşümesi hiç kesilmiyor. En çokta ayaklarımın parmakları üşüyor. Tulumun içinde hareket etmek istesem de her defasında tulumun fermuarı açılıveriyor. Böyle olunca da eşim Melek’e; ‘’Tulumun fermuarını boynuma kadar çekebilir misin?‘’ diyorum. Kafama kadar çektirmiyorum. Yoksa olayın ucunda boğulma tehlikesi var. Melek bana tekrar tekrar ‘’Sen yine biraz uyuyabildin!’’ diyor.

Tulumun içine girip, kafamı sırt çantasının üstüne koyar koymaz kendimden geçerek horultular çıkartarak uyumaya başlamışım. Horuldayınca Melek beni sürekli şekilde sarsıp, dürtüklemiş.

Ben farkında bile değilim.

Saklıgöl’e olduğu yamaca doğru çıkarken Ömer ile Onur’un aralarındaki konuşmalara şahit olmuştum. Ömer, Onur’a ‘’bu gece muhtemelen Saklıgöl buz tutacak! Sabah uyandığımızda Saklıgöl’ün yüzeyinde buz görürsek, hiç şaşırmaya gerek yok!

Geçen yıl Ekim ayında gelip, kamp yaptığımız da da gölün üstü silme buzla kaplıydı.’’ demişti. Onların konuşmaları aklımda yer etmişti. Melek’e; ‘’Göl buz tutmuş mu dışarı bakacağım!’’ diyorum. Kamp çadırımızın giriş bölümündeki fermuarını açıp, kafamı şöyle bir dışarı uzatıyorum. Kafamı çadırdan dışarıya
çıkarır, çıkarmaz tekrar geriye çekiyorum.

Dışarısı o kadar soğuk ki… Her yer yağan kırağıdan dolayı beyaza kesmiş. Uludağ’ın keskin soğuğu yüzüme, boynuma, kulaklarıma değince birden ürperip, titriyorum. Bu geceki soğuk en az -5 vardır diye düşünüyorum. Gece olsa da her taraf, yağan kırağıdan dolayı, beyaza kesmiş. Sanki yerde kar örtüsü var. Beyazın yansıyan ışığı sanki ortalığı aydınlatmış.

Saklıgöl’ün kuzeyindeki kayalar, güneyindeki bodur çalı kümeleri gecenin içinde, korkunç karaltılar halinde, daha da büyümüşler gibi. Soğuk ve dondurucu gecenin içinde, kayalardan oluşmuş, Saklıgölü çevreleyen o ulu kayaların sessiz ve karanlık duruşları bile bana bir anda korku ve ürküntü veriyor.

Saat sabahın beşidir. Ne yapsam, ne etsem uyuyabilmek mümkün değil. Titriyorum. Donuyorum.

Tulumun baş kısmını kafama çekip, sıcak nefesimi hızlı hızlı alıp verince her nedense biraz olsun ısınmış gibi oluyorum. Ama böyle yapınca da nefessiz kalıp, birden boğulacak gibi olunca tulumun içinden kafamı tekrar dışarıya çıkarıyorum. Biraz ötemizdeki diğer çadırlardaki arkadaşlarımızda uyuyamamış olmalılar ki o çadırların içinden sesler geliyordu.

Melek’te benim gibi uyuyamıyor. O da uyku tulumunun içinde benim gibi tulumla boğuşuyor. Birden kendi kendimi sorgulamaya başlıyorum. Acaba bizler biraz akıl yoksunu muyuz diye düşünüyorum.

Evimdeki sıcak ortamın özlemi gözlerimde tütüyor. İçim acıyor. Sabaha karşı biraz dalar gibi olduğumuz anda birden Ömer’in ortalığı yırtan, avazı çıktığı kadar bağırdığını, kesik kesik ‘’Burçin!… Ahmet!… Erkan hocam!… Ali hocam!… arkadaşlaaaar!…. Arkadaşlaaarrr!… gölde ölü var!… gölde ölü var!… gölde ceset var!…’’ sesleri duyuldu. Ömer’in o acı acı bağırışını duyar duymaz eşim Melek; panik halinde bir yandan üstüne giyeceği montunu arıyor, bir yandan da ‘’Ali kalk!… Ali kalk!… biri ölmüş!…

Kalk!…’’ diyor, kolumu, omuzumu tutup, hızlı hızlı, kuvvetlice sarsıyordu. Ne olup bittiğini bilmeden Melek önde ben arkasından kamp çadırımızın içinden anında dışarı fırladık. O anda Ömer’in ‘’…Gölde ölü var!… Gölde ölü var!…’’  diye ortalığı yırtan bağrışları üzerine, gece birlikte yürüdüğümüz, diğer kamp çadırlarında kalan tüm arkadaşların, üstlerini başlarını, ayakkabılarını bile tam giyinmeden, kendilerini çadırlarının dışına attıklarını gördük.

Birden etrafta bir hareketlenme başlamıştı. Hiç kimsenin anlam veremediği bir şekilde, her kafadan bağırtılar halinde, ‘’Ölen kim?!… Niye ölmüş!?… Ölü nerede!?…’’ şeklinde sözler çıkıyor, ama bu sorulara hiç kimse cevap vermiyordu. Ömer gölün en batı yönündeki çadırlara kadar hızlı hızlı koşuşturarak gidip, tekrar geriye doğru koşuşturmaya başlamıştı.

Gölün gün doğdu tarafındaki dil şeklindeki yarımada tarafına doğru hızlı hızlı giderken hepimizde onun ardı süre gidiyor, ona yetişmeye çalışıyorduk. Ben Melek’in önünde hızlı hızlı arkadaşların koşuşturduğu gün doğdu tarafına giderken Melek sanki olağan bir tehlike varmış gibi

‘’Ali dur!…Ali dur!… Ali bekler misin!’’ diyordu. Gölün dil şeklindeki yarımadayı andıran o tarafında bir anda toplanıvermiştik. Her birimiz merak içinde, panik, ürküntü ve korku içindeydik.

Ekibimizde ki Erkan öğretmen; ‘’Arkadaşlar bu ölen kişi bizden değil!…’’ dedi. Bunun üzerine her birimizden aynı anda, ‘’Bu kim o zaman!?… Kim!… O zaman kim!?…’’ sesleri çıkmıştı.

Oysa o ana kadar hepimiz gölde boğulan kişinin ekibimizden birisidir diye tahmin yürütmüştük. Ekibimizin tümünü saydık. Eksiğimiz yoktu. Hepimiz birbirimize daha yakın olalım diye, birbirimize sokuluyorduk.

Melek hızlı hızlı sanki elleri titriyormuş gibi, beni bir tehlikeden kapıp, çıkaracakmış gibi sıkı sıkıya sol kolumu tutuyordu.

Gölün suları içindeki ölü, yüzü koyun şekilde, yüzünün yarısı ve karın bölgesi suya batmış haldeydi. Kafası gölün kuzey tarafındaki kayalara dayanmış gibiydi.

Ölünün üstündeki koyu yeşil, mavi gömlek, sanki göle bir bohça yığını atılıvermiş havası veriyordu…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.