Bursa’nın Üçü Bir Yerde Göletleri…

Bursa’nın Üçü Bir Yerde Göletleri…
29.09.2020
A+
A-

Selam tüm okuyuculara, doğayı hayatının vazgeçilmezi gören tüm erdemli yüreklere…

***

Haftanın tüm yorgunluğunu attığım hatta daha çok terapi gibi gördüğüm tek gün pazardır. Evde yatıp dinlenmek veya bir yerlere gidip kafa dağıtsam mı diye düşündüğüm gün olduğu için değil, menzilimin doğa olduğu, her şeyden arındığım tek yer ve gün olduğu için severim pazarları…

O gün yanıma sadece sırt çantam ve dağda gerekli olan malzemeler dışında hiçbir şey almam. Kafamdaki kalabalığı, kişileri, olayları, koşuşturmacaları her şeyi arkamda bırakarak…

Dediğim gibi; ruhumu arındırma seansı gibi gelir bana…

Bu pazar da her pazar olduğu gibi erkenden uyandım. Hızlıca hazırlanma süreci, bir Türk kahvesi ve bu haftaki buluşma yerimiz olan tarihi Abdal meydanına doğru yola çıktım. Gittiğimde arkadaşların bir kısmı gelmiş, çaylarını istemişler yanında da mekanın vazgeçilmezi tahinli pideleri tabii… Tarihi fırındaki uzun simit kuyruğunu göze alamadığımdan ben de onlara ortak oldum. Çaycı İsmail’in her zamanki tavşan kanı çayı ise olmazsa olmazımızdır, tüm müdavimleri gibi…

Kısa hal hatır, gideceğimiz parkur yorumları sohbetlerinden sonra grup toplanınca oradan ayrılıp araçlara binerek yola çıktık…

Gürsu’ya geldiğimizde ekmek almak için durup tekrar devam…

Neşeli ve pozitif araç şoförümüzün çaldığı hareketli müzikler sayesinde ise üzerimizde rehavetten eser kalmadı sağolsun…

Ericek göletine geldiğimizde araçlardan indik, parkurumuza burdan başlayacaktık. Gölet doğanın içinde büyülü bir vaha gibiydi gerçekten. Hemen yanında bulunan belediyenin sosyal tesislerinin doğal mimarisi ise konsepte alabildiğine uygun yapılmıştı. Göletin muhteşem manzarasına biraz daha bakmak için parkura başlamadan tesiste birer çay içelim dedik. Önümüzdeki dik yokuş için gardımızı almaktı biraz da amacımız…

Evet parkurumuza baya dik diyebileceğimiz bir yokuşla başladık. Yokuşu çıktıktan sonra düzlük alana çantalarımızı bırakıp bulunduğumuz Katırlı dağlarındaki küçük zirve diyebileceğimiz tepeye doğru tırmanmaya başladık. Burası küçük taşlar ve kayacıklarla kaplı bir zemine sahip. Çıkarken buraya Katırlı dağları denmesinin sebebini de anlayabildik. Çıkarken biraz zorlansak da, çıktıktan sonraki manzara buna değdiğini gösteriyordu. Hisar kale denilen bu tepeden  Gemlik, Bursa, ovalar, göletleri net bir şekilde görebiliyorduk. Kaledeki devasa bayrağın durmadan dalgalanışı ise görülmeye değer. Fotoğraf çekimleriyle ölümsüzleştirmek gerek deyip, bolca çekimler yaptıktan sonra aşağı inip, çantalarımızı alarak yola devam ettik.

Rehberimiz bugün üç gölet göreceğimizi söylemişti.

Biz de ikinci gölet olan Ağlaşan göletine yönümüzü çevirmiştik. Parkur zorlayıcı olmadığından yolda sohbetler, şarkılarla keyifle geçiyordu. Arkadaşımızın Ericek köyünden getirdiği doğal domates ikramı, yollarda sıkça karşılaştığımız yaban erikleriyle de yürüyerek ziyafet çektimiz bile oluyordu. Kestel’e bağlı, Ağlaşan göletine geldiğimizde ayrı bir doğa harikası bizi bekliyordu. Piknikçiler ve balık tutmak için gelen insanlar da göletin etrafını çevrelemişti. Burada gölete yüzmeye girilip girilmediğini merak ettiğimizde ise dibinin balçık olduğundan dolayı girilmediğini öğrendik. Kısa bir moladan sonra ise yolumuza devam ettik. Çünkü daha yolumuz çoktu…

Yolun devamı yürüyüş açısından rahat olsa da orman içi olmadığından güneş ve sıcak biraz zorluyordu, üstelik Uludağ gibi adım başı çeşme de yoktu. Yolumuzun üstünde rastladığımız birkaç çeşmede ise su küçük bir şişeyi on dakikada dolduracak kadar az akıyordu. Bazı çeşmeler ise tamamen kurumuştu. Tavsiyem; mutlaka gidilmesi gereken güzellikte bir yer ama yanınızda bolca su götürmeyi ihmal etmeyin…

10-12 kilometrelik bir yürüyüşten sonra Nüzhetiye köyü yakınlarında bir yerde yemek molası için kamp kurduk. Ateş yakılıp çaylar yapıldı, kimisi sucuk, mantar bile pişirdi hatta üzerine tereyağı ve kaşar peyniri sürülerek pişen mantarı ilk kez ateşte yedim ve çok güzeldi. Bir saat gibi bir zamanda iyice dinlenmiştik. Son olarak yaptığımız közde kahvelerimizi de içtikten sonra ateşi söndürüp çöplerimizi topladıktan sonra tekrar yola çıktık.

Birkaç kilometre sonra ise Nüzhetiye köyüne varmıştık.

Köyün girişinde eski bir ilkokul, kerpiçten evler ve köyün sessiz ve sakinliği huzur vericiydi. Köyün kahvehanesi, önündeki çeşmesi ve yine yanındaki kerpiç ev ise şu an şehir konseptine uygun köylerden uzak, çok samimi ve güzel duruyordu… Kahvehanenin bahçesindeki masalara oturduk hemen. Köylüler sağolsunlar olabildiğine misafirperver karşıladılar bizleri…

Çaylar, gazozlar ve nihayet suya doyuşumuz…

Bu şirin köyle vedalaşıp ayva ağaçlarının arasından tekrar yürümeye başladık. Parkurumuz kayalık dağların arasındaki dere yataklarının içinden devam etti. Zaten yer yer küçük gölcükler dışında derede su yoktu sadece bolca hazan yaprakları ve son sel felaketinin izleri olan kökünden yıkılmış ağaçlar ve kurumuş kökleri…

Parkurumuzda 15-16 kilometreyi tamamlamak üzere Gölcük göletine doğru giderken son sözcüklerimizle ve şarkılarımızla doğaya istemeden de olsa veda ediyorduk…

Motive olmuş bir halde, yeni bir haftaya da merhaba diyerek tabii…

YORUMLAR

  1. Mülkü Engin Kayalar dedi ki:

    Çok güzel bir yazı olmuş. Teşekkür ederim böylesi güzel bir olayı anlatmamız Harikaydı.

    1. Çağla Şahin dedi ki:

      Teşekkür ediyorum.tek amacım bu güzellikleri hakkıyla anlatabilmek… bir nebze olsa gerçekleşebiliyorsa ne mutlu 🙏