İMO Bursa Şubesi, 17 Ağustos’u 22’nci yıl dönümünde andı

İMO Bursa Şubesi, 17 Ağustos’u 22’nci yıl dönümünde andı
16.08.2021
A+
A-
  • İMO BURSA ŞUBE YÖNETİM KURULU: Amaç yara sarmak değil, insanlarımızı yıkılacak yapıların altında bırakmamak olmalıdır.

İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Bursa Şubesi 17. Dönem Yönetim Kurulu, 17 Ağustos Gölcük Depremi’nin ardından 22 yıl sonrasında kentlerin deprem güvenliği bakımından ne durumda olduğunu değerlendirerek, “Her deprem sonrası yara sarmaya gidilmesini engelleyecek önlemler alınmalıdır. Üstelik yaşamını yitirenlerin yaralarını da hiçbir kimse saramaz. Amaç yara sarmak değil, insanlarımızı yıkılacak yapıların altında bırakmamak olmalıdır. Yaşamış olduğumuz orta büyüklükteki bir depremde bile yapıların yıkılması, yapı stokumuzun büyük bir riskle karşı karşıya olduğunu net olarak göstermektedir. Ayrıca kendi kendine yıkılan yapıların varlığı ve tümüyle kaçak olarak yapılan yapıların af kapsamına alınmış olmaları da kentlerimizin büyük bir risk altında olduğunun önemli bir işaretidir. Bu risk zaman kaybedilmeden giderilmelidir” açıklamalarında bulundu.

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nin 22’nci yıl dönümü nedeniyle İMO Bursa Şube Yönetim Kurulu’nun yaptığı açıklama şu şekildedir:

Ülke tarihinin en büyük ve sonuçları itibarıyla en acı depremlerinden biri olan Marmara Depreminin üzerinden 22 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli deprem binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık ekonomik kayba neden oldu. Açıkçası yapılarımızın yüzde 25’i kullanılamaz hale geldi. İstanbul başta olmak üzere ülkemizin farklı yerlerinde yeni ve yıkıcı depremlerin olacağını biliyoruz. 17 Ağustos 1999 Gölcük ve daha sonra yaşadığımız diğer depremlerde ortaya çıkan her kaybın yükünü ve acısını kalbimizde taşıyoruz. Büyük bir ihmalin sonucu olarak 17 Ağustos 1999 Depremi başta olmak üzere, tüm depremlerde yaşamını yitirenlerin aile ve yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyoruz.

Böylesi tarifsiz acıların ve yıkımların bir daha yaşanmaması adına; başta ülkemizi yönetenler olmak üzere, herkesin bu günlerde bir kez daha düşünmesini istiyoruz. Türkiye, bir deprem ülkesidir. Bir doğa olayı olan depremin afete dönüşmesi ve bu durumun bir türlü önlenememesi sorunun temelini oluşturuyor. Bu gidişe dur demenin yolu: doğru planlama ile birlikte yapıların mesleki yeterliliği olan, ahlaki ve etik anlayışı yüksek meslek insanları tarafından, bilime ve tekniğe uygun olarak üretilmesidir.

DEPREME DAYANIKLI YAPILARIN ÜRETİLME KOŞULLARI GÖZLERDEN KAÇIRILMAKTADIR

Ülkemizin birçok ili, deprem tehlikesi ile karşı karşıyadır. Buralarda kısa süreli ve acil olan bazı önlemlerin dahi alınmadığı, para uğruna var olan risklere yeni risklerin eklendiği görülmektedir. Üzülerek söylemek gerekir ki, kentlerimiz deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda değildir. Özellikle 1999 yılından önce üretilmiş olan yapılar, halen varlıklarını sürdürüyor. Bu yapıların yıkılıp yeniden yapılmaları veya önemlice bir kısmının 22 yıl içerisinde güçlendirilmiş olmaları gerekirdi. Son olarak yaşamış olduğumuz Elâzığ-Sivrice ve İzmir’in Seferihisar ilçesinin açıklarındaki Ege Denizi Depremi, yapı stokumuzun ciddi bir deprem riski altında bulunduğunu bir kez daha göstermiştir. Var olan yapı stokunun deprem riski giderilememiş, “yara sarma” anlayışıyla günün kurtarılmasına çalışılmıştır. Sürekli olarak faylar konuşularak, halkta biriken enerji boşaltılmakta, depreme dayanıklı yapıların üretilme koşulları gözlerden kaçırılmaktadır.

Bu gün geldiğimiz noktada; konut nitelikli yapılarımız ve endüstri tesislerimizin yanında, kamu yapılarımızın da deprem güvenlikli olduğunu söyleyemiyoruz. Apartmandan bozma sağlık klinikleri ve okullar önemli ölçüde varlığını sürdürmektedir. Apartmanların altında bulunan birçok işyerinin güvenli olmadıklarını ve yaşanacak bir deprem de büyük sorunlarla karşı karşıya kalacaklarını bilmek bizleri rahatsız ediyor.    

ÜLKEMİZİ YÖNETENLERİN İRADE GÖSTERMESİ GEREKLİ

Sağlıklı ve depreme dayanıklı yapı üretiminin önemli bileşenlerinden biri olan yapı denetimine ayrı bir vurgu yapmak gerekir. Çünkü yapı denetimi, güvenli yapıların üretilmesini sağlayacak ve gelecekte aynı sorunların ortaya çıkmasını önleyecektir.

17 Ağustos Depremleri, mühendislik hizmeti almadan ve denetimsiz yapılaşmanın ciddi sonuçları olduğunu acı bir şekilde gösterdi. Bu yaşananlar neticesinde, 10 Nisan 2000 tarihinde 595 sayılı KHK ilan edildi. Fakat çok uzun soluklu olamadı, bir süre sonra farklı çevrelerin itirazları neticesinde yürürlükten kaldırıldı. Ardından 29 Haziran 2001 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlâ uygulamada olan 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun, yerine getirildiği 595 sayılı KHK’nın yerini dolduramamıştır. Aslında 4708 sayılı Yapı Denetim Yasası`nın temel aksaklıkları bellidir. Birçok aksayan noktada olduğu gibi; çözüm için tek gerekli olan, ülkemizi yönetenlerin irade göstermesidir.

YAPI DENETİM SİSTEMİ BÜTÜNCÜL ELE ALINMALIDIR

Yapı Denetim Kanun’unda en son yapılan köklü değişiklik ile Yapı Denetim Kuruluşları, elektronik ortamda belirlenmeye başlanmıştır. Bu düzenleme; sistemin önemli problemlerinden biri olan, denetleyen ile denetlenen arasındaki parasal bağı koparmasına rağmen, sistem bütüncül olarak ele alınmadığından, istenilen etkiyi yaratamamıştır. Bugün sadece yapı denetim konusunda değil, şantiye şefliği uygulamalarında da ciddi sorunlar yaşamaya devam ediyoruz. Yapı üretim sürecinin önemli bir parçası olması gereken “Şantiye Şefliği” konusu çözümün değil, sorunun bir parçası olmuştur. Farklı meslek disiplinleri ve uzmanlık alanları dikkate alınmadan şantiye şeflerinin görevlendirilmesi, bilime ve bilgiye aykırıdır. Ayrıca bir şantiye şefinin 30.000 metrekareye kadar 5 inşaatın şantiye şefliğini yapabilme hakkına sahip olması da doğru değildir. Şantiye şefliği inşaatın her aşamasından ve her biriminden sorumlu olunması gereken bir mesleki faaliyettir. Buna rağmen sorumluluğu bu denli büyük olan mesleki faaliyette, bir inşaat mühendisi veya mimarın aynı anda 5 ayrı işin şantiye şefliğini yürütmesi mümkün değildir.

MÜTEAHHİTLİK SİSTEMİNDEKİ REVİZYONLAR GÜVENLİ YAPILAŞMA İÇİN RİSK

2 Mart 2019 tarihinde; yapı üretim sürecinin bir diğer önemli bileşeni olan müteahhitlerin sınıflandırılmasına dair yönetmelik yayımlandı. Bu düzenlemeyi eksiklerine rağmen, önemli bir adım olarak görüyor ve destekliyoruz. Ancak bugün geldiğimiz noktada; yönetmelikte sürekli olarak yapılan revizyonlarla şartların yumuşatıldığını görmek ve teknik personel şartında, inşaat mühendisi zorunluluğunun bulunmamasını deprem güvenli bir yapılaşmanın önünde bir engel ve risk olarak görüyoruz. Açıktır ki, yapı üretim sürecinin bu üç önemli paydaşının işleyişini düzenleyen yasa ve yönetmeliklerde,  ihtiyaç duyulan değişiklikler vakit kaybedilmeden yapılmalıdır. Aksi takdirde yıllar içinde aynı sorunlarla karşı karşıya kalınacak, olası bir depremde başta kamu binaları olmak üzere konutlar, işyerleri ağır hasar görecek, çok sayıda bina yıkılacak, can ve mal kayıpları yaşanacaktır.

PLANLAMA VE KENTSEL DÖNÜŞÜM BÜTÜNCÜL OLMALIDIR

Hafif hasarla atlatılması gereken depremlerde dahi yapıların kullanılamaz hale gelmesi, hatta kendiliğinden yıkılması ve can kayıplarının ortaya çıkması, yapılardaki tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir. Bugün depreme karşı yapı stokunu güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratmıştır.

Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılarak kentlerin teknik ve sosyal altyapı sorunları daha da artmaktadır. Bu durum kentlerimizi yeni afetlere açık hale getirmektedir.

YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel bir mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır. YIK-YAP anlayışı; bilimi, bilgiyi, mühendisliği ve kentleşme bilimini yok sayan bir anlayıştır. Bir taşeron ve müteahhit bakışıdır. Özellikle ekonomik krizin büyümesiyle birlikte birçok kentsel dönüşüm projesinin yarım kalması, çok fazla mağdur aile yaratmıştır.

İMAR BARIŞI VATANDAŞLARIMIZIN CAN VE MAL GÜVENLİĞİNİ TEHLİKEYE ATMAKTADIR

2018 yılında, her defasında “bu son denilerek” başlanan imar affı süreçlerinin yirmi altıncısını ve aynı zamanda en kapsamlısını yaşadık. Ne yazık ki ülkemizin gerçeği haline gelen bu durumun önüne bir türlü geçilememektedir.

17 Ağustos Depremi’nin 22’nci yılında önemle belirtmeliyiz ki: İmar Barışı ile mühendislik hizmeti almadan kaçak olarak üretilmiş yapılar, süresiz olarak yasal hale getirilmiştir. Bu durum tüm vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini tehlikeye atmaktadır.

Marmara Depremi sonrası; TBMM tarafından kurulan Araştırma Komisyonu’nun yaptığı çalışmada, deprem bölgelerinde hasar gören ya da yıkılan yapıların yüzde 80`inin imar aflarından yararlandıklarını saptamıştır. Bu gerçek tüm çıplaklığı ile kayıt altına alınmışken, getirilmiş olan İmar Affı ile; 3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun işlevsiz hale gelmiştir.

DEPREM SONRASI DEĞİL ÖNCESİ İÇİN ÖNLEM ALINMALI

21 insanımızın yaşamını yitirmesine ve 17 insanımızın yaralanmasına neden olan İstanbul Kartal`daki Yeşilyurt Apartmanı faciası hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Ayrıca bu yapının İmar Affı’ndan yararlandığını belirtmek isteriz. İstanbul ve diğer illerimizde, Yeşilyurt Apartmanı gibi binlerce yapı bulunmaktadır. Kendi kendine yıkılan bu yapının enkazı, beş günde kaldırılabilmiştir. İstanbul ve Bursa gibi kentlerimizde olası bir deprem sonrası, yıkılan yapıların enkazından sokaklara girilemeyecek, çıkan yangınlara müdahale dahi edilemeyecektir.
Bu nedenle depremlerden sonra yara sarma anlayışındansa deprem öncesinde  yapılması gereken aksiyonlar tartışılmalı ve öncelenmelidir. Olası can kayıplarını ancak bu şekilde önleyebiliriz. Zira yaşamını yitirenlerin yaralarını da hiçbir kimse saramaz.

Hedef insanlarımızı yıkılacak yapıların altında bırakmamak olmalıdır.   

KENTLERİMİZİN BÜYÜK BİR RİSK ALTINDA

Bugün geldiğimiz noktada, depremleri öğrenme konusunda epey yol kat ettiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülke genelinde diri fayların bulunduğu yerleri ve yüksek risk taşıyan bölgeleri biliyoruz. Bilmediğimiz ise depremin zamanıdır. Fakat kesin olan bir şey var ki muhakkak olacak. Önemli olan beklenen büyük deprem gelmeden hazırlıklarımızı tamamlamış olmaktır.

17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli depremden bugüne kadar geçen 22 yıl içinde zaman zaman doğru çalışmalar yapılmıştır. Fakat yapılmış olan bu çalışmalar ya uygulama alanı bulmamış veya bir süre uygulanarak daha sonra ortadan kaldırılmıştır. Yaşamış olduğumuz orta büyüklükteki bir depremde bile yapıların yıkılması, yapı stokumuzun büyük bir riskle karşı karşıya olduğunu net olarak göstermektedir. Ayrıca kendi kendine yıkılan yapıların varlığı ve tümüyle kaçak olarak yapılan yapıların af kapsamına alınmış olmaları da kentlerimizin büyük bir risk altında olduğunun önemli bir işaretidir. Bu risk zaman kaybedilmeden giderilmelidir.

ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANI-UDSEP 2023 güncellenerek uygulamaya konulmalıdır.

İHTİYAÇ TEMELLİ BİR EĞİTİM SİSTEMİNE GEÇİLMELİDİR

Depreme dayanıklı yapı üretiminin ana unsuru inşaat mühendisleridir. Bu nedenle inşaat mühendislerinin iyi yetişmiş olmaları gerekir. Bu duruma rağmen fiziki şartları yetersiz, öğretim kadroları son derece zayıf, laboratuvarı olmayan okullarda inşaat mühendisliği eğitimi verilmektedir. Üstelik plansız ve programsız bir yaklaşımla inşaat mühendisliği kontenjanları ihtiyacın çok üzerine çıkarılmıştır. Bu durum sürdürülebilir değildir. Acilen ihtiyaç temelli bir sisteme geçilmelidir.

KENTLERİMİZ, AFETLERE AÇIK HALE GETİRİLİYOR

1938 yılından kalma 3458 Sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkındaki Yasa değiştirilmeli ve meslek alanımızla ilgili olarak bir “MESLEK YASASI” çıkarılmalıdır.

Mesleki Yetkinliği temel alan “YETKİN MÜHENDİSLİK YASASI” çıkarılmalıdır.

Kentsel dönüşüm; parçacı bir anlayışla değil, bütünlüklü kent planlarının bir parçası olarak ele alınmalıdır.

Ne yazık ki var olan yapı stokumuz, deprem başta olmak üzere diğer doğal olaylara karşı hazırlıklı ve güvenli değildir.

Özellikle İstanbul başta olmak üzere kentlerimiz; doğal olan olaylara karşı güvenli olmadığı gibi, doğal olmayan yangın gibi afetlere karşı da güvenli değildir.

Kentlerimiz, küresel iklim değişikliklerinin etkisi altına sokularak afetlere açık hale getiriliyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması önceliklerimiz arasında yer almıyor.

Afet, bir doğa olayının kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Doğanın kendi kuralları her zaman işleyecektir. Önemli olan yaşanacak doğa olaylarını afete dönüştürmeyecek yapıların üretilmesi ve sağlıklı bir çevrenin yaratılmasıdır.

Bizler geleceğe endişeyle değil, güvenle bakmak istiyor ve bu isteğimizin her zaman arkasında olacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz. Çünkü toplumsal duyarlılığımız, yaşamın kutsallığına olan inancımız, bilimsel ve mesleki gerçeklikler bunu gerektiriyor. Bunlar yapılmadığı takdirde sürekli olarak acı çekmeye devam edeceğiz.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.