TARIMDA ALDATILIYORUZ

TARIMDA ALDATILIYORUZ
16.01.2020
A+
A-

Memlekette hukuktan eğitime, sağlıktan ekonomiye her şey dip yaptıktan sonra tarımdan bahsetmenin bir yararı olur mu, ey okuyucu? Ülkemizin tarihinden ve tabiatından doğan ne varsa hepsi birer birer hasta yatağına yatırılırken, bir adım öteye gidilerek tarımın da canına okunmaktadır. Milletimizin öz değerleri tarih boyunca hiç bu kadar saldırı altında olmamıştı. Tuhaf olanı, dışarıdan değil içeriden kaynaklanan bir mankurtlaşmanın saldırısına maruz kalmış olmasıdır, varlığımızın.

Ekonomiden kültüre planlamasını yapmayan ülkeler asla kalkınamazlar. Ülkemizin, Cumhuriyetin başından itibaren yükselişe geçerek hızla kalkınması, gerçekçi bir planlamanın sonucu olmuştur. Bu iktidar döneminde ise Devlet Planlama Teşkilatı kapatıldı ve devletin hiçbir konuda planı yok. Plansız yapılan işlere de kim, nerede, niçin, nasıl karar veriyor bilmiyoruz. Ancak iş işten geçtikten sonra haberimiz oluyor.

Tarımda da öyle. Tarımla ilgili olumlu hiçbir planlaması olmayan Tarım Bakanlığı’nın, 3. Tarım Şurası’nda alıp uygulamaya koymak istediği 6 karardan birisi olan Sözleşmeli Üretim, zaten etki alanına girdiği Türk tarımını ve çiftçisini küresel şirketlere tamamen peşkeş çekecektir.

2020’de uygulamayı düşündüğü sözleşmeli üretim için, “Üretici örgütleri aracılığıyla, finans kurumları ve piyasa alıcıları tarafından girdi ve finansman desteği verilmesine dayanan alternatif bir destekleme modeli getireceklerini, taraflar arasında yaşanacak sorunların hızla çözülmesi için de tarım kanunu kapsamında yeni düzenlemeler yapmaya çalışacaklarını” beyan etmektedir.

Türk çiftçisi yabancıların kölesi değil, memleketinin efendisidir.

İçinde 3 zehirli fikrin bulunduğu bu açıklama asla kabul edilemez. Çünkü okuyucularımız çok iyi bilir ki AK Parti iktidarları, Türk toplumunu yozlaştırsınlar diye tıka basa besledikleri arka bahçesi olan siyasal İslamcı tarikat ve vakıflar hariç, milletimizi dünyanın en örgütsüz toplumu haline getirdi. Ziraat odaları ile kooperatif gibi çiftçi örgütleri, işçi sendikalarından daha beter etkisizleştirilerek bertaraf edildi. Güçsüz ve profesyonel olmayan bu örgütler, küresel şirketlerin karşısında çiftçi haklarını korumada kesinlikle yetersiz kalacaktır.

İkincisi, dünyanın bütün demokratik ülkelerinde çiftçinin hamisi devlettir. Türkiye’de devlet tarıma girdi ve finansman sağlamada neden bu kadar acze düştü anlamıyoruz. Tarımımız dibe vurmuşken, çiftçimiz çaresizken sözleşmeli üretim modeli diye tutturmak; tarımı kaynak, çiftçiyi de ucuz işgücü olarak uluslararası finans çevreleri ile tarım şirketlerine altın tepside sunmaktır. Tabi kendi halkını da açlığa mahkûm etmektir.

Üçüncüsü, taraflar arasında yaşanacak sorunların hızla çözülmesi için tarım kanunu kapsamında yeni düzenlemeler yapmaya çalışırız demek ise devletin gücünü kullanarak Türk çiftçisini toprağından ve kanuni haklarından mahrum etmek demektir.

Sözleşmeli üretim ne Türkiye’de, ne dünyada yeni bir şey değildir ki! 1860’tan itibaren İngilizler tarafından kuru incir ve tütün gibi ürünler için Batı Anadolu’da, 1885’ten itibaren Japonlar tarafından şeker kamışıyla ilgili Tayvan’da, 20. yüzyılın başından itibaren de sebze ve meyve ürünlerinde Amerikalılarca Orta Amerika’daki muz cumhuriyetlerinde uygulamaya başlanmıştır. Bu uygulama, tarıma dayalı sanayi eliyle gıda üretiminde, tohumda ve bunların ticaretinde dünyanın her tarafında geliştirilen bir sömürü yöntemidir. Cumhuriyet kurulmasaydı Ege’nin tamamı bugün İngiliz toprağıydı, Türk halkı da bu topraklarda çalıştırılan İngiliz köleleri olacaktı.

CUMHURİYET UYGULAMASI TERKEDİLDİ

Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de her alanda olduğu gibi tarımda da sömürüye dayanmayan devletçi bir üretim modeli geliştirildi. Tarıma dayalı endüstriye geçildi. Et Balık Kurumu ve Süt Endüstrisi Kurumu hayvan yetiştiricisiyle, Tekel fabrikaları tütün yetiştiricisiyle, şeker fabrikaları pancar üreticisiyle bir nevi sözleşme içindeydi. İplik ve dokuma fabrikaları; Çukobirlik, Antbirlik gibi tarım satış kooperatifleri birlikleri üzerinden pamuk ve yapağı üreticisiyle sözleşme içindeydi. TİGEM farklı bölgelerdeki yerli hububat tohumu üretiminde yerel çiftçilerle sözleşme yapıyordu. Ve daha pek çok örneği var bunun.

Fakat bunların hepsinin amacı, ülke tarımının gelişmesi içindi. Ülkemiz ekonomisinin temel taşları olan bu fabrikalar, çiftçimize ürün alım garantisi veriyorlardı. Bunları yapması, kâr elde etmek değil, çiftçinin ve tarımla ilgisi olan tüm kesimlerin hayatını iyileştirmek içindi. Bu sayede Türkiye, Osmanlı’dan kalan borçları ödedi, ekonomide kalkındı, teknolojide savaş uçağı yapıp ihraç eder hale geldi. Tarımda ihracatçı, siyasi, sosyal ve kültürel alanda dünyanın saygın ülkesi oldu. Ne yazık ki Cumhuriyetin bu uygulaması 1980’deki 24 Ocak Kararlarıyla tamamen terk edildi. Ekonominin temeli olan o güzelim fabrikaların tamamı satıldı. Ekonominin tepe takla olmasının baş sebebi de bundandır. Cumhuriyeti Osmanlı gibi batırmak üzere 1990’lardan itibaren küresel şirketlerle yeniden başlatılan sözleşmeli üretim önce tohumculukta şimdi de mısır, soya, domates başta olmak üzere birçok üründe yapılmaktadır

Bize kalsa sözleşmeli tarım ile sözleşmeli üretim kavramlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. Sözleşmeli tarım; laik, demokratik ve devletçi Cumhuriyetin karakterini taşır. Tarımdan geçinen toplumun refahını hedefler. İçeride kalkınmacı ve adaletli bölüşüme dayalı, dışarıda da sömürgeciliği reddeden, uluslararası dayanışmayı ve yardımlaşmayı güçlendiren kapsamlı ve onurlu bir ekonomik ve ticari işbirliğidir. Tarım Bakanlığı yerli ve milliciyse, üreticiyi düşünüyorsa bunu yapsın!

Sözleşmeli Üretim, Türk tarımını ve çiftçisini küresel şirketlere mahkûm etmektir

Sözleşmeli üretimse; az sayıdaki ürünün salt üretimini ve küresel şirketlerin yüksek kârını önceleyen, çiftçileri köleleştiren ahlaksız bir dünya düzeni kurmayı hedefler, gerisi kendisini ilgilendirmez. Türkiye’de tarım çok uluslu şirketlerin insafına bırakılınca; gelir dağılımı çiftçinin aleyhine bozulur. Çünkü devletin korumacılığı kalkar ve işleyiş tümüyle şirketlerin keyfiyetine kalır. Çiftçinin kaynak kullanımı sınırlı hale gelir ve küresel sermayenin karşısında güçsüz kalır. Bütün tarihsel değerleriyle yok olacak köylülüğün ve çiftçiliğin yerini, yoksulluğa ve yoksunluğa batmış tarım işçiliği alır. Devletin tarıma destek olarak ayırdığı kaynaklar da dolaylı şekilde çok uluslu şirketlerin kasalarına gider. Ürün çeşitliliği azalır. Az sayıdaki ürünün aşırı üretimi için de daha çok gübre, ilaç gibi kimyasallar kullanılır, bununla birlikte toprakta tuzlanma, çoraklaşma olur, yüzey ve taban suları kirlenir. Şirketler, çevreye verdikleri zarardan kendilerini muaf tutar. Tarımsal üretim için gerekli doğal kaynaklarımız da bu şirketler tarafından sömürülmüş olur. Bütün bunlar, bu topraklarda tarımı sürdürülemez hale getirir.

ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER KAZANACAK

Dolayısıyla sadece Türk çiftçisi değil, ülkemiz de sömürgeleştirilmiş olur. Şirketler araziye yatırım yapmayacak, işgücünden bedava denecek kadar ucuza yararlanacaktır. Zaten elinde bulundurduğu ve kendisine pek yük teşkil etmeyecek teknik yardım, kredi, ilaç, tohum gibi maliyetler karşılığında, çiftçiyi daha da çok kendine bağımlı hale getirecektir. Anlayacağınız; çok uluslu şirketler hiçbir risk almayacak, onlar hep kazanan olacak, A’dan Z’ye bütün risklerin ve maliyetlerin ceremesini de Türk çiftçisi ve Türkiye çekecektir.

Tarım, başlı başına bir yaşam biçimidir. Hele Anadolu gibi bir coğrafyada bin yıllar, yüz yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelen kadim kültürler yaratmıştır. Bunu yolundan saptırmaya kimsenin hakkı olamaz. Ülkemizin tarımına sahip çıkmak, ekonomisine, doğasına, tarihine ve kültürüne sahip çıkmaktır.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.