Muhafazakâr devrimin sonu

Muhafazakâr devrimin sonu
07.04.2020
A+
A-

Muhafazakar devrim tanımı, Amin Maalouf’a ait. O bu devrimi 1973 petrol krizi sonrası batı ülkelerinin ekonomilerinin çökmesi ile başladığını iddia ediyor. Petrol krizi ile ABD ve İngiltere başta olmak üzere tüm batı ekonomileri çöktü, iflaslar arttı, işsizlik, sefalet arttı ve temel devlet hizmetleri çöktü. Umutsuz halk kitlelerine popülist güç bir kurtarıcı söylemi ile refah kalkınma vaadeden muhafazakar sağ yükselmiştir. İngiltere pikadellinin ışıklarının sönmesini kırılma noktası görüp “Bir daha elektrikler kesilmeyecek” mottosu ile kitleleri peşine taktı. ABD’de “refahın düşmesi ile kemerleri sıkalım” diyenin yerine “Dünyayı yıkarım ama Amerikan yaşam biçiminden zerre ödün vermeyeceğini dünyayı yıkıp sömürüp ülkeyi güçlü zengin yapacağını” söyleyen Ronald Reagan iktidara geliyordu.

Başlangıç İngiltere’den sonra ABD’ye oradan doğuda muhafazakârlığın bir başka versiyonu olan İran İslam Devrimi ile birlikte başladığını söylüyor. 1979 Mayıs’ında İngiltere’de Margaret Thatcher iktidara geldi. Bu da, devletin rolünü mümkün olduğunca azaltmayı hedefleyen yeni yönetim tarzının başlangıcıydı. Thatcher’den bir yıl sonra, yine devletin rolünü azaltmak saikıyla Ronald Reagan ABD başkanı seçildi. Ki o, “Devlet çözüm değil, sorunun kendisi” diyordu. Thatcher ve Reagan’ın bu tavrı dünyanın hemen her yerinde yönetim biçimini değiştirdi. Başka bir önemli olay da, Şubat 1979’daki İran İslam Devrim’iydi. Ayetullah Humeyni’nin İran’da iktidara gelişiyle bölgede ve yansımalarıyla dünyanın her yerinde değişim başladı.

Batıda muhafazakâr devrim hükümetin ekonomik hayata müdahalesini azaltmak, sosyal harcamaları kısıtlamak, girişimcilere daha fazla serbestlik tanımak ve sendikaların etkisini kısıtlamak kamuda iyi yönetim olarak görülecekti. Liberalcilik, servetlerin yeniden dağılımını ve paylaşımını sağlayan mülk sahiplerinin devlete başkaldırısı gibiydi. Üstelik başarılı da oldu. Bunun sonucunda sosyal eşitsizlikler öylesine arttı ki her biri koca koca devletlerden daha zengin küçük bir hipermilyarderler sınıfı ortaya çıktı. Doğuda İran’da ise dine ve geleneksel değerlere karşı saydıkları batılaştırıcı modernleştirici reformlardan usanmış, toplumsal açıdan muhafazakâr mollalar başı çekiyordu. Bu iki başkaldırı, ekonomik sosyal düzene diğeri ahlaki ve dini düzene başkaldırı şeklinde idi. Bu değişim insanlık tarihinde hatırı sayılır bir değişimi temsil eden ve halen süren teknolojik ilerlemede belirleyici olmuştur. Çin, Hindistan ve birçok ülkede ekonomik sıçramaya, küresel bir ilerlemeye de imkân sağlamıştır.

Biçimleri farklı olsa da iki muhafazakâr devrim. İkisinde de muhafazakâr kabul edilecek güçler, devrimci güçler gibi tavır sergiledi, çünkü değişim istiyorlardı. Thatcher reformlarını “muhafazakâr devrim” olarak adlandırıyordu. İran’daki de İslam devrimiydi. Aynı dönemde belirleyici başka olaylar da yaşandı. 1978 Aralık’ında yani İran Devrimi’nden iki ay önce, Deng Xiaoping Çin’de iktidarı ele aldı ve Mao Zedong’un devrimine karşı bir devrim başlattı. Merkeziyetçi sosyalist politikaya karşı, serbest pazar yasalarını dikkate alan ekonomik gelişmeye girişti. Çin bu sayede o tarihten 40 yıl sonra dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri. Başka olaylar da var. Afganistan Savaşı’nın başlaması mesela. Bütün bunlar, 1970’lerin sonunda bir şeylerin dönüştüğünü gösteriyor bize. Bu yeni bir mevsimdi ve dünyada farklı bir şeyler oluşmaya başlamıştı.

Batı’dan Müslüman dünyaya kadar her yerde, geleneksel olarak muhafazakâr kabul edilen güçlerin kendini devrimci ilan ettiği bir dönemdi bu. Tepki olarak da solcu sayılan güçler, kazanımlarını korumaktan başka hedef bulamadılar. Bu değişimlere sol adapte olamadı, aktif mücadele yerine haklarını, kazanımlarını koruma yoluna gitti. Batı’da hükümetler devletin rolünü, sosyal korumacılığı azaltırken sendikalar ve sol partiler ne yaptı? Bu hareketi geciktirmeye ve o güne kadarki kazanımlarını muhafaza etmeye çalıştılar. Böylece onlar eski sosyal düzeni korumak isteyen muhafazakâr partilere dönüşürken, muhafazakârlar eski sosyal düzeni altüst eden güçlere dönüşmüş oldu. Öyle gariplik yaşandı ki muhafazakârlar devrimci, yenilikçi, atılımcı role soyundular. Bu muhafazakâr güç modeli çok daha rekabetçi ve saldırgan hale gelirken, geleneksel olarak ilerici sol güçler sosyal korumacılığın ve bu yoldaki sol kazanımların yıkılmasını engellemek için bir baraj kurmayı denediler.

Bu muhafazakârların hayata geçirdiği devleti küçülten ekonomik model toplumları mutlu etmiyor. 40 yıldır “devlet ekonomiye müdahaleyi, sosyal yardımları azaltmalı” diye diye sosyal devleti ilkesini ihmal edildi. Bugün dünyanın pek çok bölgesinde kitlesel gösteriler söz konusu. Şili, Lübnan, İran, Irak, Fransa… Pek çok ülkede içerikleri farklı olsa da büyük eylemler var. Bunların hepsinin ortak noktası şu: Halkların çok önemli bir bölümünde terk edilmişlik, toplum dışına itilmişlik duygusu hâkim. Neden terk edildiklerini düşünüyorlar? Çünkü devlet daha önce oynadığı rolü oynamıyor. Sokağa çıkanlar memnun olmadıkları için sokaktalar, “ıstırap çekiyoruz” diyorlarsa, çekiyorlardır. “Bu sistem bize uymuyor” diyorlarsa, uymuyordur. Ama zihinlerinde bunun yerine koyacak bir sistem henüz yok.

Amin Malof Uygarlıkların Sonu kitabında önceliği kendi medeniyetine vermiş Doğu Akdeniz hoşgörü medeniyetinin çöküşünü, kayıp cennetini anlatmış, hayalî ve geçmişe özlem duyan yaşlının gençlik yıllarını cennet olarak görmüş. Özelde Arap medeniyetinin çöküşünün tarihini anlatmış ama dünya genelinde olan değişimi de anlatmış. ‘Batış’ demiş “Batış dünyanın sonu değildir” diyor. Dünyanın battığına inanıyorum ama yeni bir dünya kaçınılmaz olarak doğacak. Biz ikisi arasındaki safhadayız. Şu an geçiş aşamasında düzensizliğin olduğu en kötü dönem Araf’tayız. Dünün dünyasının yok olduğunu görüyoruz, yarının dünyasının ne olacağına dair de fikirlerimiz var. Şu an bizim kuşağımızın yaşadığını bir ayrıcalık olarak da, bir lanet olarak da görebiliriz. Her halükârda iki dünya arasında kalmış bir kuşağız. Yarının dünyasının bugün hayal ettiğimizden çok farklı olacağına inandığını yazmış.

“Daha fazla kâr”, “daha fazla büyüme” diyen küreselleşme, Doğu Bloku’nun yıkılması sonrası, önünde engel gördüğü özellikle gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerdeki “ulus devlet” kavramını, kurulu düzenleri ve organizasyonları yıkmak, sarsmak istedi, bunda da oldukça başarılı da oldu. Dilinde içi boşaltılmış ama yine son derece çekici “demokrasi”, “insan hakları” gibi sloganlar vardı.

Korona salgını ile bu dönem kapanıyor. Sağlık sistemi çöktü. Koruma için kullanılan malzeme fiyatları arttı. Krizden önce 0.7 dolar olan bir koruyucu maskenin 10 dolara satılmak istendiği, bu nedenle New York Valisi’nin tıbbi malzeme üreten tesislerin kamulaştırılmalarını istediği belirtildi. Çok büyük yardım paketi açıkladı ABD. İlk kez doğrudan halka karşılıksız pilot para denilen ‘beleş para’ dağıttı Trump. Anlaşılıyor ki, bu krizden sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak. Kapitalizmin genel geçer kaidesi devletin ekonomi üzerindeki rolünün en asgari düzeye indirilmesiydi. Oysa önceki krizlerde olduğu gibi bu salgından kaynaklanan ekonomik krizde de son kertede imdada yetişen yine ‘devlet’ oluyor.

Girişimciler için özgürlük sunan ABD’de, çalışanlar sürekli olarak varlık-yokluk mücadelesi veriyormuş. İşlerini kaybetmemek ve ücretlerini tam alabilmek için hasta olduğu halde işe gidiyorlarmış. ABD’de işlerini kaybeden insanların, gelirlerinin büyük bir kısmından da olacaklarını ve duruma göre sağlık sigortasını da kaybedebilecekleri düşünülüyor. ABD ekonomik kaynaklara sahip, fakat bunlar toplumsallaşmamış gelir dağılımı adaletsiz. İşe girme ve ayrılma çok esnek iş piyasası ve cılız sosyal devlet kırılganlığı artırmaktadır. Sosyal devletin öneminin artacağı beklentisi hâkim şu dönemde.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.