Karanlık dönemlerde karartma geceleri…

Karanlık dönemlerde karartma geceleri…
27.04.2020
A+
A-

Yaşadığımız koronavirüs nedeni ile eve kapandığımız şu günlerde çoğumuz roman, gazete ve edebiyat kitabı okumaya başladı. Rıfat Ilgaz’ı daha önce Ha Babam Sınıfı eserinin filme çekilmesi ile adına aşina olmuştum. Onun filme çekilmiş olan kendi başından geçen tutuklanma ve onun kaçışını anlattığı Karartma Geceleri isimli romanını okudum.

Her olağanüstü dönemin yaşandığı dönemlerde siyasi, ekonomik ve toplumsal tepkilerimizin çok benzediğini anladım. Olağanüstü dönemlerin karanlık, baskıcı yönetimi benimsediğini, yabancılara şirin gözükmeyi, halkın temel ihtiyaçlarını yabancıya hediye etmesini, parti devleti, tek adam yönetimi mantığını, milli şef dönemini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında evler gece perdeleri çekilerek, ışıklar söndürülerek, askerler sığınağa saklanarak karartma uygulanıyor, gece hava saldırısına karşı önlem amaçlı.

O zamanlar milli şef dönemi, tek parti iktidarı ve onun tüm yetkileri elinde bulunduran kudretli lideri ismet İnönü. Avrupa’da 1929 ekonomik buhranı sonrası yükselen otoriter yönelim, onun sonucunda faşizmin İtalya’dan Almanya’ya hatta Japonya’ya kadar iktidar faşistlerin eline geçiyor. Bu faşist yönetim sonucunda dünyanın pazar kapma fetih yarışına girişip cinnet geçirdiği dünyanın en büyük yıkımının yaşandığı İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep oluyor. O  yıllarının ülkemize yansımasını anlatıyor.

Her zaman dengeci, dengeleyici olmak isteyen cumhuriyetin kurucu kuşağının savaştan uzak durmak için çabaladığı dönemi, sade vatandaşın gündelik hayatını, bir öğretmenin hayatı üzerinden anlatmaktadır. Tabi o zamanda kamplaşmanın olduğunu anlıyoruz. Toplumcu idealist aydınlarla, farklı görüşten ama güçlü devlet isteyen, devleti önceleyen Türkçü-Turancı kavgasını da satır aralarında anlatıyor.

Turancıları Alman yanlısı, hatta Alman ajanı diye suçlandığını, Rusya’yı anti-emperyalist halkçı kurtuluş savaşındaki desteği nedeni ile müttefik gören solcular arasındaki mücadeleyi. Ama iktidarın mutlak sahibi olan milli şefin dış dünyadaki iklimden çok etkilendiğini Almanlar kazanırken, Turancılara göz yumarken, Rusya Avrupa’ya ilerleyince tam tersi onları tutuklayıp hapse atışlarını anlatıyor. Almanların yenileceğini anlayınca krom ihracatını yasaklayarak Alman savunma sanayisine darbe vuruyor. Almanlar güçlü iken de tahıl yardımında bulunuluyor. Hatta ülke’de tüm tarım mahsulleri depolarda çürürken, halk açlık ve kıtlık çekerken, Almanlar bize saldırmasın diye halktan esirgenen buğdayın Almanlara verildiğini anlatıyor. İktidarın denge politikasına Başbakan Saraçoğlu’nun milliyetçi, eğitim bakanının ise solcu seçilerek denge siyaseti ile idare edildiğini anlatıyor.

Almanlar güçlü ise solcular tutuklanıyor, Ruslar ilerlerse milliyetçiler tutuklanıyormuş. O zaman da mahkemeler siyasetin elinde sopa olarak kullanılmış. Düşünen aydınlar sağcı solcu diye yaftalayarak siyasi davalarla yargılanıp içerlerde çürüyorlarmış. Muktedirin ülke içinde gazeteci, aydın, yazar, öğretmene halka karşı kaplan gibi saldırgan, dışarıya karşı süt dökmüş kedi gibi davrandığını anlatıyor. Aydınları hapislerde çürütme, Anadolu’ya sürme, kazaya kurban götürme gibi baskıcı bir iklim hâkimmiş.  Ama Rusya korkusundan kendine sığınmış esir soydaşlarını ve Hitler zulmünden kaçan Yahudi mültecileri taşıyan gemiyi korkudan Ruslara teslim etmiş. Tüm yetkiyi elinde tutan, güçlü görünen otoriter liderlerin tavrı hiç değişmiyor. Kaçan oluyormuş bu baskılardan ama yazar kaçmak yerine mücadele etmeyi tercih etmiş.

Yabancı ülkelere davet bile etseler gitmeyeceğini anlatıyor. Bu ülkeler onu bir gün buyur etseler, kendi halkını kaderiyle baş başa bırakıp nereye gidebilirdi? Bu halkın çocuğuydu, kurtuluşları da birlikte olmalıydı!.

Memleketten kaçıp dışarıda ereği için uğraşanlar olmuştu, ama dönüp dolaşıp dönmüşlerdi gene. Bu toprakların, her ülkeden çok, kendi aydınına gereksinimi vardı.  Ama o aydınları hayatlarını adadığı halkı tarafından vebalı gibi korkulan kaçılan kişi olmuşlar, iktidarlarsa korkudan tehdit olarak görüp mahpuslarda çürütmüşler. O zamanlarda polis veya asker arıyorsa, anarşist ve bozguncu gözü ile bakıyormuş halk. Bu kötü dönemde birlik beraberlik olmamız gereken zamanda bozgunculuk yapıyorlar diye halk tarafından da itibar görmeyip, dışlanmışlar.

İstanbul’da bir Türkçe öğretmeni şiir yazıyor, dergi çıkarıyor. Solculukla suçlanıyor, tutuklanma emri çıkarılıyor. O da kaçabildiğince polis ve bekçiden kaçıyor. O zamanda bekçi ve polis görev yaparmış günümüzdeki gibi. Eski İstanbul’u, Sur içini adım adım anlatıyor. Çay, kahve çok az, karaborsada temel ihtiyaç maddeleri ve temizlik malzemesi. O zamanlar daha sağ iktidarlar gelmemiş, caddeler yapmak için tarihi eserleri yıkan, apartman dikmek için ağaçları kesen.

Ihlamur ağaçları bolmuş, o nedenle en çok ıhlamur içiliyormuş. Bulgaristan’dan deniz yolu ile kömür getirilip satılıyor. Isınma soba ile daha çok odun ve durumu olan kömürle ısınıyor. Ihlamur ağaçları çok, çay ve kahveden daha ucuz olduğu için en çok ıhlamur içiliyor. Ihlamur daha ucuz. Şeker, çay ve kahve lükse giriyor. Ekmek karne ile kişi başı dağıtılıyor. Kadınlar Türk kahvesi bulamayınca nohut kahvesi içiyorlar.

Elbiseler evlerde veya terzide dikiliyor. Ceket, pantolon ve saat parasız kalınca bitpazarında satılarak paraya çevriliyor. Para ise yemek, içmek, barınma için hayatta kalmaya harcanıyor. Büyük şehirlerde sanatoryumlar kurulmuş; verem, açlıktan, fakirlikten zayıf kalmış halkı kırıp geçiriyor. İnsanlar açlıktan kıtlıktan ve tifüs verem gibi hastalıktan kırılıyor.

Fakir, muhtaç, berduş, serseri, meczup veya yolcu kalacak yeri olmayanlar camilerde yatıyor. Camiler kapanmamış, hem kimsesiz gariplerin evi, tam Tanrı evi olarak hizmet görüyormuş. Camiler o zamanlar dolup taşıyor, sabah ezanında ‘namaz uykudan hayırlıdır’ diyor. Garip olan minarelerden ezanın aslı değil, tanrı uludur diye Türkçe şekli okunuyormuş.

O zamanlar dindar olmak para, makam sahibi olmak için değil; manevi huzur ve kurtarması için Allah’a dua etmeye gidermiş ahali. Baskı, korku, vergi ile zaten fakir olan halk perişan edilmiş. Gayri Müslümlere uygulanan varlık vergisini tarihler yazıyor ama köylü ve esnaf, normal ahali de bu vergilerden bunalmış halde. Enver Paşa’nın Sarıkamış harekâtında yaklaşık 7.000 asker donarak, toplam 18 bin şehit, muhalefetçe ’90 bin donarak öldü’ diye anlatılır. İkinci Dünya Savaşı’nda sivil kayıpları bilmiyorum ama Murat Bardakçı’nın makalesinde, 22 bin 663 silah sıkmadan soğuk, açlıktan, gıdasızlıktan ölen şehit var. Muhalefet DP Mebusu’nun bunu, ‘yüz bin ölüm’ diye abarttığı söylenir.

Dünya savaşıyor hiç durmadan, sıkıntısını biz çekiyoruz. Çay yok, kahve yok. Haydi, Seylan çayını gene onlara bırakalım, gözümüz yok… Bizim ekmeğimize dokunmasınlar hiç olmazsa!

Aç kalan halkın açlıktan ölmesine isyan eden toplumcu şair, şu dizeleri yazıyor;

Portakallarını göreceksin

Dörtyol’un Mersin silolarında bitlenen

Altın sarısı buğdayları.

Turfandadır diye el sürmediğimiz

Çavuşları, kınalı yapıncakları

Yani bağı sorulmadan yenilen üzümleri

Salkım salkım…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.