Gündeme mola ve tabii ki doğa…

Gündeme mola ve tabii ki doğa…
11.11.2020
A+
A-

Selam tüm okuyuculara, gündemin hızından dinginleşmeye ihtiyaç duyan yorgun yüreklere…

***

Malum ülke, hatta dünya gündeminin yoğunluğuna yetişmek mümkün değil. Bu hafta Amerika seçimleriyle meşguldük.

Neyse atlattık!

Eh ülkede gayet dingin, sakin, tek düze yaşadığımız için(!) renk kattı yaşamımıza. Daha onu atlattık, ohh derken Hazine ve Maliye Bakanımızın istifasıyla tekrar fısıltılar, tahminlerle yine bir coştuk. Sebep-sonuç, kafamızda kesinleşmeyen yanıtlar silsilesiyle kalsak da yine hayatımıza bir hareket kattı. Vakaların artışı, yeni yasaklar, 65 yaş üstünün 6 saatle sınırlanan dışarı çıkışıyla geçmesi beklenen salgın, 7/24 pandemi hastanelerindeki hizmetin süper oluşu fakat çalışma saatlerinin tam bir düzene oturtulamayışı, sağlık çalışanlarının binlerce hastayla baş başa bırakılmaları ve can kurtarmaya çalışırken can güvenlikleri olmadan görev yapmaları vs….

Ve atamızın ölüm yıl dönümü, tüm bu kaosta ona daha özlem duyuşumuz…

Yani gündem yoğun ama hepsi çözüm bekleyen bir gündem. Hal böyle olunca yapaylıktan, yapmacıklıklardan tek uzak yer olan doğanın en saf hali dağlarda bulduk yine kendimizi…

Sabahın erken saatlerinde buluştuğumuz Abdal meydanı yine doğaseverlerle doluydu. Simitler alınmış, tavşan kanı çaylar yudumlanıyordu. Artık kafayı dinleme zamanıydı, sadece doğaya odaklanma, anın güzelliklerini yaşama ve önceki günlerdeki beyin fırtınalarına bir mola zamanı…

Araçlar gelir gelmez hepimiz yerimizi aldık. Mümin abimizin söylediği Karadeniz ezgileriyle, Kestel Orhaniye köyüne doğru yol aldık. Yol boyunca görsellik yine muhteşemdi. Sıra sıra dağlar, gözün alabildiğine mevsime uymuş yeşilin her tonu ormanlar… Köye geldiğimizde beklemek istemedik. Sebebiyse bir an önce Alaçam şelalesine gidip o güzelliği görmekti. Ormanın içinden 3 kilometre yürüdüğümüz rahat ve muhteşem parkur sonunda karşımıza çıkan şelale karşısında büyülenmemek elde değil. Defalarca gelmeme rağmen her geldiğimde bu duyguyu yaşarım. Gökyüzünden devasa büyüklükte bir çanağa dökülür sanki bu şelale… Ve öylesine yol alır. Evet etrafı yüksek kayalarla çevrili bir çanak ve orada oluşturduğu gölet… Tabii böyle bir doğa harikasında bolca resim çekmeden olmazdı. Ama neyi, nereyi çekeceğinizi şaşırdığınız bir yer. Binlerce kare, binlerce güzellik dolu.

Buraya veda etmeye gönlümüz razı olmasa da yolumuz uzundu ve devam etmemiz gerekiyordu.

Hemen devamındaki Alaçam köyüne vardığımızda havanın açık olmasına karşı rüzgar biraz artmıştı. Biz de biraz dinlenmek, köy kahvesinde birer çay içmek için mola verdik.

Sağ olsun abimiz o belirgin ve sevimli şivesiyle ‘hoşgeldiniz’ diyerek hemen çaylarımızı getirdi. Arada bizimle yaptığı kısa ama samimi sohbetiyse bizim şivesiyle ilgili nereli olduğuna dair tahminler yapmamıza sebep olmuştu. Hepimizin en son ortak fikri Karadenizli oluşuydu. Ama şimdi de hangi ilinden diye fikir ayrılığına düşmüştük ki abimiz gülerek yanıtladı; ‘Erzurum’ dedi. Alkışlamaya başladık. Sanırım hiçbirimiz bilemediğimizdendi bu coşkumuz.

Çaylar içildi, dinlenmiştik de…

E artık yola devam etmeliydik. Sayfiye köyüne doğru yürümeye başladık. Yolda elmalar, cevizler yerlere dökülmüştü. Tabii ki topladık. Bu arada yediğim en güzel elmaydı diyebilirim. Mümin abimizin solistliğinde ona vokal yaparak köye bir iki kilometre kala güzel bir dere kenarında öğlen molası vermeye karar verdik. Zemin bir gün öncesinden yağan yağmurun etkisiyle nemli olsa da mühim değildi. Hemen ateş yakıldı. Bugünkü menümüz muhlamaydı ve kaybedecek zaman yoktu. Doğal tereyağı, mısır unu, kolot peyniri ve Tarık ustamız… Yani sonuç tabii ki muhteşemdi.

Bugün bize katılan, aslında üniversitede mezhepler ve dinler üzerine hocalık yapan ve birçok yeri gezmiş gerçek bir seyyah olan arkadaşımız Mehmet beyin yaptığı közde kahve ise tam kıvamındaydı. Kahve kültürünün hakkını veren hocamız, karton bardakla içmek isteyenlere net bir şekilde; ‘kahve fincanda içilir, bardaklara servis yapmıyorum’ diyecek kadar bu kültürü özümsemiş biriydi ve bence haklıydı da… Kahveler yudumlanırken söylenen Trakya türküleriyse kahveye ayrı bir lezzet veriyordu…

Molamız bitip toparlandıktan sonra Sayfiye köyüne doğru yola çıktık. Rehberimiz Vedat’ın verdiği bilgilere göre, bu köy isminden de anlaşıldığı üzere tatil, dinlenme yeri gibi bir köy denilebilirmiş. Nüfusun çoğu yurtdışında çalışan ve maddi durumu iyi olan insanlarımızın çoğunlukla yaz aylarında ikamet ettikleri bir köy. Zaten evlerinin mimarisinden de bu anlaşılıyordu aslında. Varış noktamız olan Babasultan köyüne doğru devam ederken ise yollarda yine bolca ceviz ve deveci armudu vardı. Bu civara kiraz mevsiminde geldiğinizdeyse tadına doyamayacağınız lezzette ve bollukta kiraz vardır. Bunu da dipnot olarak belirtmek isterim…

Meyve ağaçları arasında devam eden bu zevkli parkurumuz boyunca bize arkadaşlık eden meçhul çoban köpeğimizle beraber 16 kilometreyi tamamlamıştık. Babasultan ismini köyün içinde bulunan Babasultan türbesinden alır. Burası geçimini meyve ve sebze üretiminden kazanan, bunu pazar haline getirebilmiş çalışkan ve üretken bir köyümüz.

Araçları beklerken oturduğumuz köy kahvesinin bahçesinin arkasında bile kasalar düzenlenmiş, traktörler bahçeden getirdikleri ürünleri boşaltırken diğer taraftan kasalar kamyonlara yerleştiriliyordu. Bu manzara o kadar güzel ve umut veriyordu ki.

Evet biz bereketli topraklarla dolu bir ülkeyiz.

Bizim kimseye ihtiyacımız yok, ürettiğimiz sürece… Ve bizim insanımız çalışkandır, fırsat verildiği engellenmediği sürece…

Biz günün yorumunu yaparken ve ikinci çaylarımızı içerken araçlar gelmişti.

Haftaya buluşmak için vedalaşırken huzurlu bir yorgunluğun ve aslında dinlenmişliğin mutluluğu içindeydik…

YORUMLAR

  1. Tansel Saylı dedi ki:

    ÇAĞLA Arkadaşım; gezdiğim bölgeleri bir de senin kaleminden okumak benim için başka bir zevk… o hissi yaşattın… teşekkürler…

  2. Yeter Erdoğan dedi ki:

    Uzun zamandır görmediğim arkadaşlar güzel güne eşlik ediyor,ben yokum.Bursa’nın ğüzelligini senin kaleminden okumak biraz da olsa özlemi gideriyor.Ellerine sağlık…